Göçün ardındaki kölelik: Türkler Almanya’da (1)
Her yazarın olduğu gibi Bekir Yıldız’ın da yaşam çizgisi eserlerinde belirgin bir şekilde kendini hissettirir. Bekir...
Her yazarın olduğu gibi Bekir Yıldız’ın da yaşam çizgisi eserlerinde belirgin bir şekilde kendini hissettirir. Bekir Yıldız’ın yaşamındaki Doğululuk ve Almanya göçü hemen hemen bütün eserlerinde yer bulur. Yazarın 1966’da ilk defa Alfabe Yayınları tarafından basılan romanı 1961’de başlayan Almanya işçi göçü ile ilgili ilk eserlerdendir.
Otobiyografik özellikler taşıyan roman, yazarın matbaa işçisi olarak Almanya’da yaşadığı dört yılı anlatıyor.
1962’de Almanya’ya işçi olarak giden Bekir Yıldız, yaşam hikayesinde belirleyici olan Almanya deneyimini çok yönlü bir şekilde aktarmış. Öncelikle kitabın adından başlayalım. “Türkler Almanya’da” hem tarihsel olarak hem güncel olarak (tabii yazarın Almanya’da işçi olarak bulunduğu yıllardan söz ediyoruz ve kitabın basıldığı yılı dikkate alalım) iki şeyi ifade ediyor.
3’üncü dünyanın proleterleri
Türkler, öncelikle bin yıllar öncesinde Hun İmparatoru Atilla ile Avrupa barbarlığını zorlamış; ardından Osmanlı İmparatorluğu ile Viyana’ya dayanmışlardır. Yazar, kitabın adı ile öncelikle böyle bir atıfta bulunmaktadır. Bir diğer yönü ile Türkler, 20. asırda 3. dünya ülkesinin proleteri olarak artık Almanya’dadırlar. Ama bu sefer esir edilen Yeniçeri Ocağı askerlerinden daha çok kötü durumdadırlar. Türkler, bir zamanlar korku saldıkları Avrupa’nın kapitalist çarkları içinde sadece bir zorunlu göç yığınıdır. Üstelik Türkiye’de yaşanmakta olan siyasal belirsizlik yoksulluk ve kaotik durumdan kurtulmak için belirsiz bir umut kapısı arayışındadır. Oysaki bu umut belirtisi beklentisi manevi anlamda hiçbir zaman yerini bulamayacaktır belirsizliğin adı gurbet ve kimlik karmaşası olmuştur. Dolaysıyla gelişmekte olan işçi sınıfı emek eksenli sağlıklı bir gelişimin tersine tam da yerinde, yani kapitalizmin çarkında kırılmaktadır. Dilsiz, kültürsüz ihraç edilen etten ucuz bir makine parçasıdır artık. Oysaki kaçış gerekçeleri umut ve daha insanca yaşama koşulları arayışıdır bunun için gurbetlik bile göze alınmıştır. Tam da burada birey olma savaşı daha başında sona ermiştir, artık sadece çarkın dişleri arasında dönerek farkına bile varmadan umutlarını geride bırakmış hatta nedenlerini bile unutmaya başlamıştır.
Şimdi de, ortaya koyduğumuz kimlik ve var olma sorununu kitabın içeriğiyle ortaya koyalım, artık. Bir kere çelişkiler daha trende başlar. Almanya’ya giden Türkiye emekçisinin kimisi “araba sevdası”ndadır; kimisi teknolojik aletleri memleketine getirme hesabında. Kitabın başkişisi Yüce Yılmaz (aslında yazarın kendisi) birinci ağızdan kendini anlatıyor. Yazar, daha yolculuğun başında Türkiye ve beş ülke sınırı aşılarak varılan Almanya ile ilgili gözlemlerini ve göçün yarattığı çelişkileri anlatmaya başlar. Bu gözlemlerin çokluğu roman üzerinde çok yönlü bir incelemeyi gerektiriyor.
TELEVİZYON GÖREN TÜRK İŞÇİSİ
Yüce ile birlikte Almanya’ya varan işçiler, bir barakada barınırlar. Yıl 1962’dir Türkiye’ye henüz televizyonun girmediğini düşündüğümüzde işçilerin TV’den etkilenmesi kaçınılmazdır.
“Televizyon başladı, televizyon koşun!”
Bu sözleri duyanlar, odlarından mutfaktan hatta tuvaletten koşup, televizyon odasına seyirttiler. Karşımızda sinema oynuyordu. Henüz radyonun, havadan sesi nasıl alıp, bize verdiğini bilemeyen insanlar olarak, televizyonun havadan resim yapmasına büsbütün şaşırmıştık. İçimizden bazıları ekranda oynayan güzel kızlara dayanamayıp televizyonun camdan perdesini öptüler. Böylece televizyonun netliği kaybolmuş ve bu öpme hadisesi, aramızda ilk münakaşanın çıkmasına sebep olmuştu. (sayfa 24)
Kitabımızın kahramanı iki diploma almış bir matbaa emekçisidir. Ancak, buna rağmen kendisi ambar işçiliğine verilir. Buna itiraz ettiğinde de dünya karşısında seri üretime geçen Almanya’da ona ilk çalışma ilkesini anlatırlar.
“Benim düşüncem mühim değil. Bildiğim bir şey varsa, o da Almanya’da iş beğenmemek, ibadet etmek için cami beğenmemeye benzer.” (s.25)
Yine romanda, kapitalist üretim anlayışının disiplini de göze çarpar. Yüce, iş saatine iki dakika kala fabrikada olmasına rağmen iş başı yapabilmesi için en az 10 dakika daha erken gelmesi konusunda uyarı alır. Aynı saatte gürültüyle makinelerin başında olan Almanya işçisinin vazifesi de Yüce’ye şöyle aktarılır:
“(…) Unutmayınız ki en büyük vazifemiz yorulmaktır.” (s.29)
İleri kapitalist teknoloji ile üretim yapan bir ülkede her şeyi ilginç bulan yazar Almanların kahvaltı alışkanlığı da dikkat çeker. Almanlar kahvaltıyı evde yapmazlar; çiğneme zamanını yolda geçirirler. Türkiye’de ise işçiler kahvaltıyı evde yapar, saat sekizde işin başında olur. Almanya’daki bir fabrikada ise saat sekize kadar üç beş makine yapılır. Yazar, bunları diyaloglarla aktarır. (s.30)
İNANÇ VE İŞ YAŞAMI
Tabii İslam inancı taşıyan Yüce, ilk mesai gününde istemeden de olsa domuz etinden de tadacaktır. Yediği etin domuz eti olduğunu öğrendikten sadece patates püresi yer. Barakaya vardığında bütün Türk işçilerinin açlıktan yüzünün şeklinin değiştiğini görür. İçsel bir konuşmayla Yüce çok önemli bir çelişkiyi ifade eder:
“Domuz eti mi yemek, yoksa yabancılara uşaklık mı etmek daha büyük günahtır?” (s.32)
Çalışma saatlerinin seriye bağlanmış olması Türkler’in bir çok alışkanlığı terk etmesine neden olur. Uykusuzluk en çok mustarip olduğu meseledir. Hatta tatil günlerinde, Türklerin en büyük eğlencesi uyumaktır. Almanların bu şekilde bir hayat sürüyor olması onlar için çok ilginçtir. Almanlar’ın ölümü karşısında yaşadıkları his de trajiktir:
Bu arada, ölen herhangi bir Alman’ın ardından üzülmüyor, hatta onun böylece, hayatında ilk defa, tatlı bir uykunun tadını çıkarmış olduğunu düşünüyorduk. (s.38)
Almanya’da yaşadıkları sorunlar karşısında birlik olmayan Türk işçilerinin şüphesiz birlik olduğu bazı konular da var. Yazara göre bunların ilki domuz eti yememekti. Bir diğer husus da barakada ‘Baba’ diye anılan işçi Osman’ın ölümü ile ortaya çıkacaktır. Almanlar Osman Baba’nın Almanya’ya gömülmesini ya da yakılarak küllerinin Türkiye’ye gönderilmesini önerir. Türk işçilerinin kararı nettir. Osman Baba’nın üstünde cenaze masrafı için yeteri kadar çıkmayan parayı denkleştirirler. Ancak, ölünün yakınlarından cevap gelmediği için ölünün beklemesi için yasal üç günlük süre dolar ve Osman Baba Almanya’ya gömülür.
ALMAN İŞÇİSİNDE DAYANIŞMA OLGUSU
Almanlar’ın yardımlaşma konusundaki tutumu ise Türklerin tam tersidir. Almanlar’da borç verme ve alma müessesi yoktur. Bir arkadaşı için bir Alman işçiden 10 Mark isteyen Yüce, Alman’dan olumsuz cevap alır
“Bana yarına kadar on Mark verir misiniz?” dedim.
Alman şaşkınlıkla, “Ne parası” diye sordu.
“Borç, yarına kadar, bir arkadaşıma lazım olmuş da…”
“İkimiz de aynı gün para aldık. Nasıl paran olmaz?”
“Param var, fakat barakada unuttum.”
“Unutkanlık tehlikeli bir kusurdur. Ya benden aldığın parayı da unutursan!”
(…)
“Sizde hiç insanlık yok mu? Arkadaşlık diye bir şey vardır. Lügatinizden yardım etmek kelimesini çıkarınız.”
(…)
“Bizde yardımı şahıslar yapmaz. Çünkü kimsenin yardıma ihtiyacı yoktur. Yardım yapmayan değil, yardıma muhtaç olan utanmalı.” (s.59)
Yazar bu tutumu kendi ülkesinin insanı ile karşılaştırdığında iktisadi koşulların ülke insanını sürekli yardıma muhtaç halde tuttuğunu düşünür. Türkiye insanı içinde bulunduğu hayata karşı daima güvensizdir. Bu nedenle bir gün yardıma muhtaç olma korkusundan kendisi de yardımseverdir (!). Almanya ise iktisadi ve sosyal düzen olarak insanını muhtaç ettirmeyecek koşulları sağlamıştır.
Yüce’nin eşi bir süre sonra bu hayat kavgasına omuz vermek için Almanya’ya eşinin yanına gelir. Yüce eşi ve iki çocuğunu Münih Tren Garı’na gider buradaki Haydarpaşa- Münih karşılaştırması ilginçtir:
Eşyaları bankın yanına taşıdım. Eşyaların görünüşü, Almanya’dakilere nispetle, bit pazarı cinsindendi. Böylece karım ve çocuklarımla, Haydarpaşa istasyonuna Anadolu’nun ücra bir köyünden ilk defa gelen köylülerden daha beterdik. Çünkü Anadolu’dan Haydarpaşa’ya gelen köylü, hiç olmazsa dil ve ırk farkının yarattığı bin bir çeşit güçlükle karşılaşmıyordu. Köylü diye belki, biraz hor görülüyordu o kadar…(s.77)
Yazar, yurdundan uzak bir işçinin iki kat hor görülüp ezildiğini bir istasyondaki bekleyişten yola çıkarak böyle anlatıyor.
Yukarıda sözünü ettiğimiz dinsel hassasiyetler karşısında birlik ruhu kurban bayramında kendini göstermez. Fabrika yönetimi ücretsiz izin olma koşuluyla bayramda çalışılmamasına izin verir. Ancak işçilerin çoğu işe gider. Osman Baba’nın cenazesi için ortaya konulan irade burada devreye girmez. (s.84) (DEVAM EDECEK)