Fikret Şadi Karagözoğlu’na Saygı Yazıları - 3

Mustafa Kemal’den Fikret Şadi’ye imzalı fotoğraf

Abone Ol

Fikret Şadi tiyatro tarihimize öyle güzel izler bırakmıştır ki; ama öyle böyle değil, çok güzel izlerdir bunlar! Bu izleri takip etmeyenlerin, bu kocamaaan tiyatro ağacının sadece iddiasız bir yaprağı olduğunu anlayamayanların yollarını nasıl şaşırdıklarını hayretle izliyoruz bugün. Hayır, kendileri nereye giderse gitsin, dur diyecek değiliz, cehenneme kadar yolları var; ama çevresine topladıkları; okuyup araştırmadan ahkâm kesmeye kalkan ‘meraksızlarla’, onların biraraya gelerek oluşturduğu kara cehalet topluluklarının, ülke tiyatromuzu ne hale getirdiğini gördükçe sinirlerimize hâkim olmakta zorlanıyoruz, asıl sorun bu bence! Düşmana gerek yok ki, okuyarak kendini geliştirmeye zaman ayırmayan, hiç bitmeyen bahanelere sığınan sözümona sanat insanları delirmemiz için yeter de artar bile!.. Ama delirmeyeceğiz, son nefesimize kadar üreteceğiz! Topunun köküne kibrit suyu! 
15 Temmuz 1923 tarihli ‘İzmir’ gazetesinde bir haber yayınlanır:
“Darülbedayi Sanatkârları Gazi Müncinin Huzurunda
13 Temmuz Perşembe günü saat üçte, Muvahhit, Şadi ve Behzat Beyler Darülbedayi sanatkârları nâmına Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini  ziyaret etmişlerdir. Paşa Hazretleri, sanatkârları büyük bir nezaketle kabul ederek yirmi dakika kadar sanat-ı temaşaya (*Tiyatro sanatına) ait sualler irat etmişler (*Soru yöneltmişler) ve sanatkârların İzmir’den başlayarak Anadolu’nun muhtelif memleketlerinde temsiller verilmesi fikrini tasvip etmişlerdir. Sanatkârlar tarafından 16 Temmuz Pazar günü akşamı Kordon’da verilecek müsamere için edilen daveti kabul ile teşrif buyuracaklarını vaad eylemişlerdir.” 
Şimdi düşünelim: İzmir işgalden henüz kurtulmuş, daha bir yıl bile olmamış; yıkık dökük ve is kokmaktadır… Mustafa Kemal o günlerde yeni evlenmiş, eşi Latife Hanımların Göztepe’deki Uşakizade Köşkü’ndedir. Fikret Şadi Bey ve arkadaşları, ülkedeki yanık kokusu henüz dağılmadan İzmir’e turneye gelmiş ve Atatürk’ü oyunlarına davet etmek için, onu ziyaret etmişlerdir. Sanata sahip çıkan yöneticileri mi, yoksa buna cesaret eden tiyatro insanlarını mı daha çok alkışlayalım, bilemedim! Bildiğim o ki; bu girişimin tarihe, bir İstanbul tiyatrosunun Anadolu’ya yaptığı ilk yolculuk/ilk turne olarak kayıtlandığıdır. Az önce sorduğum soruya şimdi yanıt verebilirim: Sanırım her zaman ve her koşulda; krize girmiş toplumların kurtuluş mücadelesinin bir ayağının da sanat olduğunun bilincindeki herkesi alkışlamak en doğrusu! Saçının ucundan ayak tırnağına kadar!
Bu ‘ilk’ girişimin ayrıntısını da biliyoruz üstelik:
“Şadi, Muvahhit, Behzat, üç kişilik bir heyet halinde Gazi’nin İzmir’de oturduğu köşke geliyorlar. O zamana kadar bizde aktör devlet kapısında daima hor karşılanmış insandı. Bunun için bu sefer de üç sanat adamı, mazinin tesiriyle tereddüt içindedirler. Doğrudan doğruya kabul edileceklerini ümit etmediklerinden buraya gelirken bir mektup yazıp hazırlamışlardır. Bunu kapıcıya verip, Gazi Paşa’nın yaverine gönderiyorlar. Ve gitmeye hazırlanıyorlar.
Fakat aynı dakika bir zat onların arkasından koşup, “Buyurunuz efendim, Gazi Paşa Hazretleri sizi istiyorlar” diyor. Hiç beklenilmeyen bir kabul! 
Şadi, Muvahhit ve Behzat Bey içeri girerler. Gazi o sırada Büyük Erkânıharbiye Reisi (*Genelkurmay Başkanı) ve bir takım paşalarla, devlet adamlarıyla konuşmaktadır.
Sanatkârlara “Sizinle daha sakin bir yerde görüşmek isterim” diyerek onlara başka bir oda açtırır. (Sanatkârlara) büyük iltifatlar eder. İzmir’deki temsillerine geleceklerini vaadeder. Sorar:
-    Ne oynuyorsunuz?
-    Hisse-i Şayia efendim… Ahmet Nuri Bey’in…”
Bu görüşmenin ne kadar samimi olduğu konusunda kuşkuya kapılanlar varsa, 1972 yılında yayınlanan bir kitaba göz atmalarını salık veririm. Kitabın adı “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (V) – Atatürk’ün Tamim ve Telgrafları”… Sayfa numarası 44! Orada tiyatro sanatçılarına şöyle seslenir Atatürk: 
“Sizleri çok takdir ederim. İnkılâbımızda sizin de mühim hizmetleriniz vardır. Şimdiye kadar gördüğüm temsiller içinde sizin temsilleriniz gibi muntazam ve sanatkâranesini seyretmemiştim; sanatınızı meslek ittihaz ederek azmetmenizi, arkadaşlarınızla samimi olarak geçinmenizi bilhassa tavsiye ederim. Sizin vatana en büyük hizmetiniz Anadolu’muzu baştan başa dolaşıp halkımıza sanatın ne olduğunu anlatmanız olacaktır. Turnelerinize muntazam devam ediniz.” 
Mustafa Kemal, Şadi Bey ve arkadaşlarının 16 Temmuz 1923 günü İzmir’de sahneledikleri ‘Hisse-i Şayia’yı izleyenler arasındadır. Çok uzun süren kurtuluş mücadelesinden sonra Atatürk’ün izlediği ilk oyundur bu… Bunun bir oyun izlemekten çok daha derin anlamları vardır: Onca savaş acısından sonra kazanılan özgürlük, şimdi yeni ve daha çetin bir savaşla tarihe sabitlenecektir. Kültür ve sanat eğitiminden geçmiş, çağdaş, evrensel değerlere, güzel sanatlara ve üretime saygılı bir toplum yaratılacaktır. Mustafa Kemal’in bir tiyatro oyunu izlemesi, ona ve mücadelesine inananlar için kültür mücadelesinde yeni Türk toplumunun gideceği yönü belirleyen bir işaret fişeğinden farksızdır. 
Oyundan sonra sanatçıları tebrik eden Gazi, onları Ankara’ya davet eder. Devrimin başkenti Ankara’ya!
Ankara’da kurulan ilk perde
1923 yılında Ankara’ya giden ilk tiyatro topluluğunun içinde, Türk Tiyatrosu’nun kuruluş günlerinde, tüm zorluklara karşın vazgeçmeyen, sahneye şıpır şıpır teri damlayan insanlar vardır: Fikret Şadi, eşi Şehper Hanım (Daha önceki adıyla Zabel Hanım), Vedia (Anayis), Leman ve Cemile Hanımlar, Nurettin Şefkati, Adil, Kemal (Gürmen), Yaşar (Özsoy), Rıza Fazıl, Ömer Aydın Bey, diğerleri… 
Ancak Ankara çok hareketlidir o günlerde. Devrimin başkenti insan akınına uğramış, otellerde tek bir yatak bile bulmak imkânsızdır. Oyuncular Ankara’ya vardıklarında, bavullarını istasyona bırakıp kentte kalacak bir yer aramaya başlarlar. Ne Ulus, ne Kızılay kalır bakmadıkları… Bırakın kalacak oteli, tek pansiyonda bir yatak bile bulamazlar... İyi de ne olacak şimdi? Bunca insan kalkıp İstanbul’dan oyun sunmaya gelmişken, kadınlı erkekli tiyatrocular tren istasyonunda mı sabahlayacak?
Fikret Şadi umudunu dürüp, yere bakarak istasyona dönerken bir ses işitir. Döner bakar ki, İstanbul’da oynadığı oyunları kaçırmayan bir seyircisi, şimdiki Denizli Milletvekili Mazhar Müfit Bey!
-    Şadi Bey?.. Gerçekten sizsiniz! Ankara’da ne arıyorsunuz üstat? 
-    Ankara’da ne mi arıyorum Mazhar Bey, Ankara’da yatacak bir yer arıyorum, arıyorum ama yok, bulamıyorum.
-    A-a! O nasıl söz öyle azizim, buyurun benim misafirim olun. Koskoca Fikret Şadi Bey’i de ağırlayamayacaksak ölelim artık!
-    Sağ olun, var olun da ben yalnız değilim ki! İstasyonda benden haber bekleyen koca bir kumpanya var. Ankara’ya oyun vermeye gelmiştik. Kadınlı erkekli bu kalabalığı kim misafirliğe kabul eder ki? Ne edeceğimi gerçekten bilmiyorum. Herhalde istasyonda sabahlayacağız. 
-    Aşk olsun Şadi Bey, gerçekten aşk olsun! Bu da söz mü şimdi! Siz Ankara’ya kadar gelmişsiniz,  sizin istasyonda yatmanıza müsaade eder miyiz hiç? Yer bulamamak ne demek?
Mazhar Müfit Bey, sahneden hayranı olduğu Şadi Bey ve arkadaşlarını alarak Milli Eğitim Bakanlığı’na götürür. Durumu açıklayınca, Yüksek Öğretmen Okulu’nun (Darülmuallim) yatakhanesi açılır tiyatroculara. Ancak bir sorun vardır. 
-    İlginiz için çok teşekkür ederiz. Hakikaten büyük bir misafirperverlik gösterdiniz. Lâkin biz artistler beraber yatmaya pek alışık değiliz. Kadınlı erkekli aynı yerde… Bu bizim yapabileceğimiz bir şey değil! 
Buna bir çare bulmaya çalışırlarken, Fikret Şadi’nin aklına bir çözüm gelir. 
Şadi Bey’in yanlarında getirdiği dekor malzemeleri arasında iki eski tiyatro perdesi de vardır. Ne olur, ne olmaz diyerekten yanlarına almışlardır. O perdelerden, Darülmuallimin yatakhanesini ortadan ikiye ayıran, iki ayrı bölüm yaratılır: Biri erkek, diğeri kadın oyuncular için! Perdelerin birbirine bitiştiği yerler sıkıca iğnelenir ve sorun çözülür. Fikret Şadi’nin o an söylediği bir söz Türk Tiyatrosu tarihine geçer: “Ankara’da kurduğumuz ilk perde bu!”
Birkaç gün burada ağırlanan sanatçılar, sanatsever milletvekili dostları sayesinde süregelen günlerde Türk Ocağı’na taşınır. Sahneye en yakın olan yere!
Fikret Şadi ve arkadaşları gösterilerine başlar. Mustafa Kemal hepsine olmasa bile, birçok oyuna katılır. Bu davranış, henüz kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi temeller üstünde yükseltileceğine dair bir kimlik belirteci olarak okunur. Gazi’nin katıldığı bu gösterilerden kayıt altına alınan bazılarının, günümüzde unutulmuş oyunlar olmasının canımızı nasıl acıttığını anlatamıyoruz. Ahmet Nuri Bey’in “Sekizinci” ve “Hisse-i Şayia”sıyla, Hüseyin Suat Bey’ın Münir Nigâr ile birlikte Belçikalı Frantz Fonson ile Fernand Wicheler'in “Le Mariage de Mlle Beulemans” adlı eserinden uyarladığı üç perdelik “Kayseri Gülleri” adlı güldürü bu oyunlara örnek gösterilebilir.
(Meraklısına Not: Sözünü sıkça ettiğimiz “Hisse-i Şayia” adlı oyun da bir uyarlamadır aslında. Fransız oyun yazarı Daniel Riche’nin, 1906 yılında yayınlanan 20 sayfalık “La Prétexte” (*Bahane) adlı iki tabloluk kısa güldürüsü, İbnürrefik Ahmet Nuri (Sekizinci) Bey’in kaleminde “Hisse-i Şayia” adlı bir güldürüye dönüşmüş; o güldürüdeki birinci erkek rolü olan Bican Efendi, Fikret Şadi’nin oyunculuğuyla, unutulmazlar arasına girmiştir. Oyun; severek ayrıldıkları halde, kızlarını paylaşamayan bir çiftin güldürüsü üstüne kurulmuştur. “Hisse-i Şayia”, paylaşılamayan mal/eşya anlamına gelmektedir.)
Yeri gelmişken, adını sıkça andığımız “Hisse-i Şayia” oyununun yazarı Ahmet Nuri Bey ve o oyundaki ‘Bican Efendi’ rolüyle unutulmazlar arasına giren Fikret Şadi’nin arasında geçen ve gazeteci Hikmet Feridun Bey’den öğrendiğimiz ilginç bir hikâyeyi aktarmadan geçmek istemiyoruz:
“Bican Efendi’nin talihi de aynen onun yaratıcısı Aktör Şadi’nin talihine benziyordu. Ahmet Nuri Bey piyesi ilk defa adapte ettiği zaman arkadaşlarına okumuştu. Hiç kimse beğenmemişti (…) Bu yüzden ‘Hisse-i Şayia’ sahneye konduğu zaman Ahmet Nuri Bey pek ümitli değildi. Zira beğenmeyip tozlu bir rafa attığı bir piyesi, beğenmeyip vaktiyle kendisinden rolünü geri aldığı bir aktör tarafından oynanacaktı. Lakin bu temsilden “Bican Efendi” çıktı. Bu Bican Efendi Şadi’yi elinden tutup yalnız bir gece içinde şöhretin en yukarı kademesine çıkarmadı, uçurdu!
Buna rağmen muharrirle aktör arasında (yüksek bir gerilim sürüyordu). 
-    Görüp göreceği rahmet budur. Bundan sonra kendisine hiçbir piyesimde rol vermeyeceğim.
-    Ben bundan sonra Ahmet Nuri Bey’in hiçbir piyesinde oynamayacağım.
Bu gerilim, yazarın diğer ünlü oyunu  “Sekizinci”yi yazana kadar sürdü. Oyundaki birinci kadın ‘Nebile’ Eliza Binemeciyan tarafından oynanacaktı, orası kesinleşmişti. Ancak onun karşısındaki rol, Habip Neccar rolü çok gösterişli bir roldü ve yazarı, bu rolü Fikret Şadi Bey’e vermek istemiyordu. Rolü önce Raşit Rıza’ya önerdi yazar. “Hayır, bu rol tipim değil!” doğrultusunda bir yanıt alınca, bu kez Nurettin Şefkati’ye önerdi rolü. Rol ortada sürünürken, Eliza Hanım konuya son noktayı koydu: 
-    Bu rol Şadi’nin rolüdür… O bu rolü oynamazsa ben de Nebile’yi oynamam. Nebile karşısında ancak Şadi’yi görmek ister!
Bu çıkış işi bitirdi ve Atatürk’ün de en sevdiği oyunlardan biri olan “Sekizinci”deki Habip Neccar rolü böylece Fikret Şadi’ye verildi.” (O dönem Eliza Binemeciyan ile Fikret Şadi’nin bir nedenle dargın olduğu için sadece sahnede konuştuğunu, sahne bittiği an birbirlerine selam bile vermediklerini düşündüğümüzde, bu anı daha da değer kazanıyor bence …)
Türk Devrimi bir kültür devrimidir
Mustafa Kemal’in Ankara’da oyun izlemesi dönem gazetelerine şu ifadelerle yansır: “Gazi bir temsile geldiği zaman, salon tıka basa doluyordu.”
Neden? Çünkü;
“Türk Devrimi bir kültür devrimidir. Şu bakımdan ki, biz aynı zamanda tarihin tanıdığı en cüretli, en büyük ve kapsamlı kültür devrimlerinden birini başlattık. Dilde, dinde, hukukta, yazıda, giyside, eğitimde, tarihte reformlar yaptık. İnanılmaz boyutta bir kültür devriminin çok anlamlı parçalarıdır bunlar. Yozlaşmış geleneksel yapıları yıktık; insanlarımızın bastırımlı, sınırlanmış yeteneklerinin önünü açtık. Osmanlı İmparatorluğu içinde dili ve tarihi unutturulmuş, özgüvenini yitirmiş bir halktan, çağdaş, başı dik, kendisiyle gurur duyan bir ulus yarattık.”
Bu fırtınalı değişim günlerinde, Türk tiyatrosu emekleme çağında olsa da, Mustafa Kemal’in ileri görüşlülüğüyle başlatılan kültür hamlesinin bel kemiğini oluşturur. Birinci Dünya Savaşı’nın yarım bıraktığı Darülbedayi girişimi, Cumhuriyetin ilanıyla yeniden yapılanır.  
1925 yılından itibaren yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ideologları, kurdukları devletin görüşlerini yaymak için bir dizi sanatsal yönlendirmede bulunur. Örneğin darmadağın tiyatro hareketini bir araya getirmek için devletin kuracağı bir tiyatro fikri o günlerde ortaya atılır ilk kez. Yerli sanat eserlerinin doğrudan Mustafa Kemal’in emriyle yazdırılması, yüz senedir uyarlama geleneğine bağlı yazı sanatımız için hikâyeler, yerli oyunlar üreten bir anlayış yaratır. Türk yazarlarının kendine güveni gelir. Mustafa Kemal, bu sanatsal devrime sadece önayak olmakla yetinmez, okuduğu bazı tiyatro metinlerinin kenarına, el yazısıyla dramaturgi notları da alır. (Bu, tarihte sıklıkla görebileceğimiz, alışık olduğumuz bir şey olmadığından, şimdilerde biricik sanatımızı kendi cahil ve bencil ruhlarının karanlık çamuruna bulamak isteyenleri gördükçe içimizin acıdığını söylemek isteriz.)
Aynı dönemde, şu an bile gücünün yeterince anlaşıldığına emin olmadığımız, “mesleki uzmanlık” için “prometyuslar” diye anılan bir grup genci seçerek, işinin uzmanlığına ikna olunan başka ülkelere eğitime gönderen de yine Mustafa Kemal ve çalışma arkadaşlarıdır. Örneğin bu prometyuslardan olan Cahit Sıtkı Tarancı, Naziler tam da Paris’i bombaladığı sırada, yolda bulduğu bir bisikletle Fransa’dan zar zor kaçabilmiştir. Arkeolojideki gururumuz Ekrem Akurgal da bu prometyuslardan bir diğeridir. 
Biz Fikret Şadi’ye dönelim ve duyduğumuz her hikâyeden sonra; tiyatroda kendimizi mi yoksa kendimizdeki tiyatroyu mu arayacağımıza karar verelim. (Ahhh, içimde incecik bir sızı!)
Kıymetli sanatkârımıza
“Mustafa Kemal yalnız tiyatroda değil, her rasgeldiği zaman artistlere büyük iltifatlarını esirgemiyordu. Bu arada Şadi (Bey)’e kendisinin kalpaklı ve büyük boyda bir fotoğrafını hediye etti. Bu fotoğrafın üstünde Atatürk’ün Şadi hakkındaki düşündüklerini gösteren bir iki kelime de vardı: 
“Ankara 7 – 10 – 339 (*1923) Kıymetli sanatkârımız Şadi Bey’e…”
 Gazi, Şadi’yi bir iki defa da yemeğe de alıkoymuştur. Bu suretle Türkiye’de ilk defa bir devlet reisi, bir sahne adamıyla birlikte yemek yemiş oluyordu. Şadi’nin temsilleri içinde Gazi’nin en beğendikleri “Sekizinci”de ‘Habip Neccar’ rolü ve “Hisse-i Şayia” idi.” (Akşam Gazetesi, 17 Şubat 1946, Pazar, Sene: 28, Gazete yayın no: 9818)
En derinimde yankı yankı, köpük köpük uğultulu bir titreşim!.. Duyan var mı?

1 Eylül 2023