Bir göl kurursa ne olur?
Gazeteci-yazar Özer Akdemir “Yılanın Ağzındaki Kuş Gibi” kitabında Anadolu’nun her tarafından çevre yıkımı ve mücadelesini içeren öykülerle karşımızda. Akdemir, “Karıncanın kardeşi var” diyerek direne...
Söz konusu bir kitap söyleşisi ile adını daima sorgularım. Oradan başlayalım. "Yılanın Ağzındaki Kuş Gibi" sözü yöresel bir söz ve çarpıcı... Hem kitabın adının serüvenini hem çevre mücadelesi takibinizde yöresel ifadelerle ilgili unutamadığınız sözleri sorsak bize hangilerini sıralarsınız?
Benim 22 yılı aşan gazetecilik yaşamımda çevre-ekoloji haberciliğine yönelmemin en önemli etkenlerinden biri Bergama köylülerinin siyanürlü altın madeni karşıtı direnişi oldu. İzmir’e geldiğim 2000 yılında Bergama köylülerinin yaşam alanlarını korumak için yaptıkları mücadeleyi izleyerek giriş yaptığım çevre-ekoloji haberciliğini o günden günümüze kadar sürdürmeye çalışıyorum. Bergama köylülerinin mücadelesinin tüm ülkedeki hem ekoloji mücadelesini hem diğer toplumsal mücadeleleri de şu ya da bu oranda etkilediğini düşünüyorum. Çevre-ekoloji mücadelelerini halkçılaştırdı. “Bir grup küçük burjuvanın hobi olarak yaptığı eylemler” diye küçümsenen mücadeleyi kitlesel bir köylü-halk hareketin olarak gelişmesinin yolunu açtı. Bu anlamıyla çevre-ekoloji mücadelesinin bir yaşam mücadelesi olduğunu da gösterdi her kesime.
Bergama köylülerinin sözlerinden ikisi beni çok etkilemiştir. Bu söylemlerin o gün ve bu gün de çevre-ekoloji mücadelelerini en güzel anlatan, özetleyen sözler olduğunu düşünüyorum. “Karıncanın kardeşi var” bu sözlerden birisi. Küçük, zayıf, önemsiz görünen, gösterilen bir canlının-mücadelenin dayanışma ile birleşerek nasıl büyüyebileceğini ve başarabileceğini anlatır bu söz. Ekoloji mücadelelerinin birleşme ve dayanışma çabaları, ihtiyaçlarını en iyi anlatan sözdür bana göre.
Bergama köylülerinin beni etkileyen ikinci sözü ise kendi durumlarını anlatırken kullandıkları “Yılanın ağzındaki kuş gibi çığırıyik” sözleri oldu. Gerçekten de ülkemizde sadece ekolojik anlamda değil, ekonomik, sosyal, siyasal her anlamda bütün yurttaşlar olarak yılanın ağzındaki kuş gibi çığlıklar atıyoruz günümüzde. Bergama köylüleri kendilerini yılanın ağzındaki kuşa benzetirken, yılana teslim olmuş, kaderine razı, ölümü bekleyen bir kuşu betimleyerek söylemediler bu sözü. Direnen, yılanın ağzından kurtulmaya çabalayan ve kendi acılarını haykırarak diğerlerin de uyaran direnişçi bir kuş var yılanın ağzında. O kuş, o yılanın elinden kurtulacak ve karıncanın kardeşleri gibi birleşerek yılanı yok edecekler. Onların o şanlı direnişi bunun en iyi kanıtıdır zaten. Tabii burada yılanı sermayenin, kapitalizmin simgesi olarak kullanıyoruz. Yoksa ekolojik döngü içerisinde yılanın da çok önemli bir rolü ve tüm canlılar kadar yaşam hakkı var.
YOK EDİLEN FISTIK ÇAMLARI
- Kitaptaki ikinci öykü "Fıstık Çamlarının Türküsü" bana çevre eylemleri sırasında yer yer köylülerin ekonomik ihtiyaç eksenli karşı duruşlarını hatırlattı. Yani köylü bir tesisin onlara iş sağlayacağına inanıyor ve bu konuyla ilgili eylem yapan bilim insanlarını, dernekleri istemiyor. Sizce, örneğin bir fıstık çamının ekonomik ve doğal değerini sermaye karşısında anlatmak konusunda çevre hareketi ne derecede başarılı?
Maalesef ülkemizin genel ekonomik-siyasal atmosferi içerisinde insanlara ölümü gösterip sıtmaya razı etme deyiminin karşılığına denk gelen örnekleri fazlasıyla görmek mümkün. Çevre mücadelelerine yönelik köylülerin-işçilerin, halkın bir kesiminin tepkisini de buradan doğru okumak gerekiyor. İşsizlikle, açlıkla, yoksullukla mücadele etmek isteyen insanlara iş-aş vaat ediyorlar, ekolojik yıkıma yol açan projelerin sahibi olan bu şirketler. Bu nedenle çevre eylemlerine karşı, yaşam alanlarını korumak için direnenlere karşı, işçileri ve bu projelerle ekonomik çıkar ilişkisi kuran kesimleri kışkırtıyorlar. Oysa, gerek emek, gerekse ekoloji mücadelesi aynı gövde üzerinde farklı yönlerde gelişen kardeş mücadelelerdir. Doğayı sömüren sermaye, doğayla birlikte emeği de sömürmektedir. Emekçiler hem yaşam alanlarının yok edilmesi-kirletilmesi, hem de emeklerinin sömürülmesi ile çifte sömürü ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Çocuklarının geleceği, temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı elerinden alınmaktadır. Bu anlamda bu iki mücadelenin birbirine karşıtmış gibi yansıtmak bir yana aslında bu iki mücadelenin iç içe ve birbirinin devamı olduğunu anlatmak gerekiyor. Başta sendikalar ve çevre-ekoloji örgütleri olmak üzere tüm emekten, doğadan, yaşamdan yana olanların bu bilinci yaymaya çalışması çok önemli.
Fıstık çamları örneğine dönersek; yazıda bahsedilen Bergama ve Kozak yaylalarında altın madenciliği başladığın süreçten bu yana fıstık çamlarının verimlerinin yüzde 70-80’lere varan oranda azaldığı, ağaçlardaki hastalıkların çoğaldığını gösteren birçok araştırma var. Zaten üreticiler bunu yıllardır yaşıyorlar. Öte yandan, yine fıstık çamları ile geçinen Çine Madran dağındaki köylüler de maden işletmeleri (kuvars ve feldispat) nedeniyle hem ağaçlarını kaybetmekte, hem ciddi verim düşüklüğü yaşamakta, hem de suları bu şirketler tarafından kirletilmekte. Bu sorunları anlatabilmek için çevre-ekoloji hareketi yıllardır bir çaba içerisinde ama bunu toplumun geniş kesimlerine aktarmakta önemli sıkıntılar olduğu da bir gerçek. Yoksa böylesi bir talan ve yok ediliş karşısında toplumdan çok daha ciddi bir reaksiyon yükselirdi ki o tepki yok şu an.
-Bu kitaptaki öykülerin edebî nitelik olarak diğer çalışmalarınıza nazaran çok daha güçlü olduğunu söylemem lazım. Elbette bir gazetecilik çalışması söz konusu ama edebî gücü yüksek metinler okudum. Bu kitapta gördüğümüz bu yön hakkında bize neler söylersiniz?
“Yılanın Ağzındaki Kuş Gibi” benim 5. kitabım. İlk üç kitabım daha çok gazetecilik çalışmaları alanında, inceleme-araştırma türünde idi. Sonrasında “Doğa ve Direniş Öyküleri” ile haberlerle anlatmaya çalıştığım meseleleri edebiyatın gücü ve olanakları ile anlatma çabası içine girdim. Yılanın Ağzındaki Kuş Gibi de bu arayışın, yönelimin bir sonucu. Edebiyat, bir meseleyi topluma anlatmakta çok güçlü bir olanak sağlamakla birlikte bir sağaltım işlevi de görebiliyor. En azından bu benim için böyle. Çevresel talanın, doğanın yıkımının ve bunun canlı yaşamına, toplumsal hayata etkilerinin yarattığı travmaları yazan bir gazeteci olarak aslında bir anlamda bu haberlerin bende yarattığı travmaları öykülere aktarmak ve içimdekini okura da anlatarak onu derdime ortak yapmak istiyorum galiba. Gördüğüm, yaşadığım, büyük çoğunluğu hüzünle yoğrulmuş bu öyküler bende kalmasın istedim. Benim canımı acıttığı kadar okurun da canını acıtmasını ve dolayısıyla canı acıyan okuru bu sorunlara karşı daha duyarlı olmasını umdum hep. Bilmiyorum ne derece başarılı oldum, oluyorum...
MEZAR TAŞLARI NE ANLATIR?
-"Doymadan Işıklar Sahili'ne" öyküsündeki mezar taşı dikkatimi çekti. Bir maden emekçisinin ölümü... Mezar taşları üzerinden çevre ve emek mücadelesi adına bir araştırma yapmanız mümkün olacak mı acaba?
Mezarlıklar, mezarlar, mezar taşları çevre meselelerini anlatmak için çok önemli imgeler diye düşünüyorum. Çeşitli eko-kurgu öykü ve yazılarımda bu imgeleri sıkça kullanıyorum. Toplumu en çok etkileyen yerler arasındadır mezarlıklar. En son duraktır ve yaşayan bir canlıdan geriye kalan son izler, kalıtlardır. Bu nedenle örneğin Madran Dağı’ndaki “yaren mezarı”na ve bir maden işletmesinin bu mezarı yok etme tehdidine özel vurgu yapmışımdır oranın haberi içerisinde. O mezar, o bölgedeki insanlar için kutsaldır ve dokunulmazdır. Ancak bir maden şirketi gelip o mezarı yok etmeye cesaret edebilmektedir. Yine aynı dağın başka bir yamacındaki yüzlerce yıllık Tahtacı Alevileri’nin üzerinde sadece kaz ayağı motifi olan mezar taşları da yörenin sosyal-siyasal-toplumsal geçmişi ile bugünü arasıdaki ilişkiyi çok iyi anlatırlar.
Gökbel dağlarında başka bir maden firması tarafından satın alınıp yok edilen Kuşçamı köyünün öyküsünü dinlediğim köylüleri, belki de en çok etkileyen olayın köyün mezarlığının yok edilmesi, mezarlardaki kemikleri başka yere taşınması olduğunu gördüm. Köylüler atalarının mezarlarının da taşınması sonrası yüzlerce yıllık yurtlarından tamamen koparılmışlar. O mezarlar, o köylülerin doğup büyüdükleri topraklarla aralarındaki son bağlardı çünkü.
Soma Yırca köylülerinin termik santral karşıtı mücadeleleri anlatırken, termik santralin hemen yanı başındaki mezarlığı ve o mezarlıkta termik santralin kirlettiği doğa nedeniyle kanserden yaşamını yitiren, yeraltı madenciliği sırasında iş cinayetine kurban giden işçilerin, köylülerin öyküleriyle anlatmak olayın dünü, bugünü ve geleceğine yönelik önemli bir ışık tutmaktadır. Buna benzer onlarca örnek haber-yazı da mezar, mezarlık imgesini kullanmışımdır. Belki ileride olay olguları sadece mezarlar ve o mezarlarda yatanların öyküleri üzerinden anlatan bir çalışma da yapabilirim. Sorunuz buradan kendime bir ödev çıkarmama da neden oldu. Bunun için ayrıca teşekkür ederim...
“KUZULARIMIZ ÖLMESİN DİYE…”
-Tabii öyküler de doğanın konuğu hayvanlar da var. Ölü doğan kuzuları okuyoruz. Hayvanlarını yaşatamayan üreticilerin ruh hali ve değişen yaşamları hakkında neler söylersiniz?
Yaşamlarını hayvancılıkla sağlayan yurttaşlar için doğanın korunması ve sağlıklı bir çevre çok çok önemlidir. Kirlenmiş, kirletilmiş bir doğada canlılar yaşayamaz. Yazılarımda-öykülerde doğaya yapılan bu vahşi saldırının nelere yol açtığını kişisel gözlemlerim ve duygularımla harmanlayarak yansıtmaya çalıştım. “Kuzularımız ölmesin diye..” başlıklı yazıda da (ki her satırı gerçektir orada yazılanların), maden işletmesinin kirlettiği sular nedeniyle ölü-sakat doğum yapan hayvanların ve onlarla kader birliği içindeki çobanların dramını anlatmak istedim. Bu yazının ortaya çıkmasına yol açan görüntü bugün bile aklımdadır ve beni en çok etkileyen, hani yukarıda “travma” diye tarif ettiğim ruh haline sokan bir görüntüdür. Yazıda anlattığım ölü doğan kuzusuyla vedalaşmaya çalışan koyunun kederi her hatırladığımda, her anlatışımda hala çok etkiler beni.
İlginç, neredeyse soyu tükenmiş bir turaç kuşu da yazdıklarınıza konuk. Köylülerin yok olmakta olan canlı türleriyle ilgili tutum ya da çare arama çabaları hakkında neler söylemek istersiniz?
Anadolu’da turaç gibi turnalar da artık türküler de, şiirlerde kalmak üzere. Yanlış su ve tarım politikalar, küresel ısınmanın etkisiyle birlikte ülkemizdeki gölleri, sulak alanları birer birer yok ediyor. Bu göller, sulak alanlar, nehirler bu kuşların vatanı, evleri. Onların evlerini de yok ediyoruz aslında. Köylüler bu yok oluşa ağıt yakmaktan başka bir şey yapamıyorlar şu an, ne yazık ki! Kırşehir Mucur ilçesi yakınlarındaki Seyfe Gölü’nün kurumasıyla ilgili bir belgesel çektik geçen sene. Yüz binlerce su kuşunun yuvası artık tek damla su olmayan bir çöl durumunda. Bu durumdan en az o kuşlar kadar etkilenenlerden birisi de o göllerin çevresinde yaşayan köylüler. O köylülerden birisi, yaşlı bir kadın olan Fatma Albayrak şöyle ağıt yakmış kuruyan gölün ardından; “Hani senin ördeğin kazın / başına biriken gelinin kızın / nerde kamışların ya nerde sazın / sen de benim gibi kurudun mu göl”..
Bir göl kuruması emin olun o yöredeki ve hatta o ülkedeki tüm canlıların tabutuna çakılan bir çividir.