“Ömrüm olduğu sürece yazmaya devam edeceğim. Yazmazsam yaşayamam, soluk alamam. Bu can bedende durdukça tiyatro oyunu yazmaya devam edeceğim.”
Üstümüze bir felaket çöktü; tüm ülke enkazın altında kaldık, nefes alamıyoruz 6 Şubat 2023 gününden beri. Her birini içimize gömdüğümüz depremde yitirdiklerimizden sonra biriktirdiğimiz tüm değerlerimizi yeniden sorgular olduk. Hayatta olmanın, yemek yemenin, sıcak bir yerde olmanın bizi utandırdığı günleri yaşıyoruz; buna ne kadar yaşamak diyebilirsek artık! Ölen öldüğüyle kalacak endişesi yüzünden, en az dünyayı başımıza yıkan deprem kadar öfkeliyiz. Acıdan uyuşmuş akıl ve ruh sağlığımızı yitirmek üzereyiz. Sarsılıyoruz; her an sarsılıyoruz, umut dahil, her şeyin tükendiği bu yerde yaşamak zorunda olmanın çaresizliğiyle bir türlü kendimizi toparlayamıyoruz. Ölüme gücümüz yetmiyor, tamam, ama bu, bile bile kaybettiğimiz ladesi kimlerin başımıza doladığını da düşünmeyelim mi? O kadar mı öldük? Kim ki bizim temel yaşamsal haklarımızla kumar oynamış, kim ki bizim yaşadığımız evleri bize mezar etmiş, bizi hırsız, bizi yağmacı etmiş bir şişe su, bir somun ekmek için, kim bizim canımızı hiç etmiş… onların adını da bir kenara yazmayalım mı?
Meğer, parmakla sayabileceğimiz kadar az şeyimiz varmış bizi hayata bağlayan… Meğer nasıl da yalnızmışız, bir başımıza, çıplak, uzak… deprem sallayınca farkettik! Meğer ben; sadece yazmaktan ve dostlarımın sıcak yüzüne bakmaktan ibaretmişim… başka bir şey yokmuş hayatımda! Dostlarımın hepsini, çölün yağmuru özlediği kadar çok özledim bugünlerde... deprem sallayınca farkettim, evet! Keşke dostlarımı özlemeyi bildiğim kadar dua etmeyi de bilseymişim (bile) dedim bazen çaresizlik karşısında. Yalancı emzik etkisi yapsa da, belki yanan içimi rahatlatırdı, ne bileyim! Duaya ihtiyaç duymadım hiçbir zaman, şefkat ağacı anneme sokuldum öyle zamanlarda; şairin
“Annemin bıraktığı yerden sarıl bana” deyişini ezberime alıp, dostlarımın hepsine bu dizeyi söylemem bundandır. Onlara aynı sevgiyle sarılmam bundan!
Sonra kızımı ziyaret ettim, Yağmur’umu! Sevgili oğlum Ayhan’a sarıldım sıkıca. Öğrencilerimi, dostlarımı,son iki yıldır torunumu, tosunum Karan’ı düşündüm sıklıkla ve elimi sıkıca bastım yüreğime. Bana güvenenler, dostlarım hâlâ yaşadığımı, hâlâ onlarla dolu ve onların ayakta tuttuğu bir kalple, inandıklarımdan vazgeçmeden yaşadığımı bilsinler istedim.
Çok uzun zaman oldu; koca bir çınarın dalına-yaprağına bakar gibi yüzüne, gözlerine bakarak konuştuğum, annemle yaşıt Hidayet Sayın’ı görmeyeli çok uzun zaman oldu. Şu mendebur pandemi, üstüne yüz yüze olmaktan korkutulduğumuz için içimize kaçtığımız bir ruh hali, şimdi de yüzyılın felaketi denen, ısrarla davet edilen Azrail’le birlikte gelen ihmalin çocuğu feci deprem… olmadı işte, görüşemedik hanidir! Onun, güneş altında sazan balığının pulları gibi ışıldayan çocuk gözlerindeki pırıltıyı özledim; çocukluğumun gecelerinde duyduğumu zannettiğim ve yıldızların yer değiştirirken çıkardığı sesler olduğuna inandığım, o huzurlu, o içimi coşturan uysal yıldız sesini! Çoookkk! O benim 94 yaşındaki gencecik dostumdur.
Kendisini epeydir ziyaret edemedim diye suçluluk duyarken, bin kilometre uzakta olsa bile, beni de içine çeken bu el yapımı depremin enkazından sağ çıkabilmek için, tutup daha önce okuduğum kitaplarını bir daha okumaya başladım Hidayet Amca’nın. Aklım başında kalsın diye sığındım kitaplara, hayata tutunmak için!
Kurulum dengeleri ve tiyatral lezzeti yüksek oyunları için kim ne diyebilir ki, -yazan parmaklarına kuşlar konsun Hidayet Sayın, çağla da gel- ama şu
“Benim Bastonum” adlı özyaşam öyküsü / anılar kitabın yok mu, onu okudum yeniden, içim cızladı. Dopdolu bir yaşamdan kalbime düşen gölgelerle; çalışmanın, üretmenin nasıl lezzetli, nasıl güzel bir amaç, nasıl doğru bir yaşam biçimi olduğunu hissederken, topluma olan borcunu -kesinlikle- ödemiş birinin 90 yaşında neler düşündüğünü de anlamak için dönüp dönüp bir daha okudum. Okudukça içim ezildi, okudukça gurur ve utanç aynı anda sardı kalbimi. Yoksa yüzüm niye durduk yerde kıpkırmızı olsunki?
“
Yaşamımın sonuna yaklaştığım için, bunun bir tür ‘hoşça kalın’ demek olacağını biliyorum” diye başlayan o kitap, -Ahh, Hidayet Amca, böyle şeyler söyleme, söyleme!- zaten yorgun olan ruhumu allak bullak ediyor böyle sözler, söyleme n’olur… Oysa okuyanlar bilir; o kadar alçakgönüllü bir dille yazmıştır ki kitabını Hidayet Amca. Belki de; bu demlenme halinin arkasında, haldır haldır oraya buraya koşup dururken, farkına bile varmadan kırıp döktüklerimiz, hiç durmadan bir şeylere, bir yerlere yetişmeye çabalarken ıskaladıklarımız, önemsemediğimiz ya da yitirdiğimiz ilişkilerin ardından geriye elimizde ne kalacak sorusuna yanıt bulmanın öfkesiydi okurken beni utandıran, üzen, gururlandıran duygular, bilmiyorum. İçim dışım karmakarışık şu an, ne diyeceğimi de bilmiyorum, affedin! Bildiğim bir şey varsa; eğer biraz daha yaş alabilirsem şu anlamı her gün değişen hayatın elinden, bu kitabı, ilerleyen zaman içinde daha iyi anlayacağımdan emin olduğumdur!
“
Geçmişte yaşanan güzellikleri düşünmeyi, eğer varsa, onların onuruna ve gururuna yaslanmayı herkes ister. O anılar ne kadar çok olursa, yaşlılığın da o kadar mutlu geçmesi beklenebilir. Anılacak güzellikte olan yaşanmışlıklar, tatlı bir esinti olarak döner insana çünkü. “Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır” der Andre Gide. Ben onu yapmaya çalıştım biraz da.”
1929 yılında Aydın’da doğar Hidayet Sayın;
“Dağlarından yağ, ovalarından bal akmasa da, ne güneşi fazla yakan, ne soğuğu iliklere işleyen, yağmurları bile uysal” diye tanımladığı Karahayıt köyünde… Belli ki uysallığını doğduğu topraklardan almıştır Hidayet Amca. Temel eğitimini Aydın’da, -doğduğu şehirde o günlerde olmadığı için- liseyi İzmir Atatürk Lisesi’nde, üniversiteyi ise Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tamamlar.
Çocukluğuna dair beni çok etkileyen bir hikâye anlatır Hidayet Amca kitabında. Der ki;
“
Yıl 1941… İlkokul bitmişti… Ben eğitimin orada bitmesini istemiyor, arkasını getirmek istiyordum. O zamana kadar bu yolda heves belirtenlere aileleri: “Eski köye yeni adet mi getireceksin? Otur oturduğun yerde. Biz geçimimizi nasıl burada sağladıysak, sen de rızkını buralarda ara” diyerek engellemişlerdi. Ama babam aydınlık kafalı biriydi. Benim bu isteğimi uygun buldu. O zamana kadar ortaokula giden ilk kişi ben olacaktım.
Aydın Ortaokulu’nun kapısını çaldık, yatılı olarak… Okulun doğusunda cezaevi, batısında zeytinlik, bitişiğinde haşhaş bahçesi vardı… Bir yıllık yatılı ücret, üç taksitte ödenmek üzere 157 liraydı… Hafta sonları çarşıya çıktığımda, eski kitapçılara gidiyor, harçlığımdan bir bölümünü, dergilerin bende olmayan sayılarını almak için harcıyordum. Bugün o cezaevinin bulunduğu yerde, Aydın Kültür Merkezi binası yapıldı ve içindeki tiyatroya adım verildi.”
13 Mayıs 2018 günü, sözünü ettiği o sahnede Hidayet Amca ile birlikteydik. O gün, Ömer Şahinbaş’ın organize ettiği ve Türkiye’nin en prestijli ödüllerinden biri kabul edilen, 18. Direklerarası Seyircileri Ege Bölgesi Tiyatro Ödülleri kapsamında 7. Çocuk Oyunları Ödülleri’nden “En İyi Yapım” ödülü, benim yazdığım
“Al Yanaklı Gelinim Bal Dilli Kaynanam” adlı çocuk oyununa verilmişti. Ben bu yüzden oradaydım; Hidayet Sayın da, aynı gün adını taşıyan sahnenin onur konuğuydu. O zaman yeni tanışıyor olsak da; gecede çekilen fotoğraflara baktığımda; Adıyaman’daki deprem enkazından nice canı kurtarmak için oraya koşan, güzel gülüşlü sevgili dostum Erkan Cılak’ın da, Ayvalık “TiyatrOda” adına hem yazıp, hem oynadığı “Petrol ve Sinekler” oyunundaki Vahap rolü ile, “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”nü o gece kazandığını görüyorum şimdi… Ahhh zaman, dünyada senden hızlı geçip giden bir şey var mı?
1954 yılında okulundan tıp doktoru olarak mezun olur Hidayet Amca. 1955 yılında da -Mezarı aydınlık olsun- Mürüvet Hanım’la evlenir. Erzincan Uçaksavar Tabur Hekimi olarak askerliğini yapar bu arada. Sonra Aydın günleri başlar yeniden.
“
Aydın’a geldiğimde iki amacım vardı: İlki, Aydın ili çapında, sağlık konusunda bir şeyler yapabilmek, ikincisi tiyatro yazarlığında bir yerlere gelebilmek…Muayenehanemde fırsat buldukça okuyor ve oyun yazıyordum. Hekimlikten yorulunca tiyatroya, tiyatrodan yorulunca hekimliğe yöneliyordum (…) “Topuzlu” beni çok uğraştırdı. Konuğumla konuşurken, hastalarımla ilgilenirken, yürürken, yatarken, kafamda hep o vardı. Sonunda oyunu tamamladım. Ve okuması için Zeki Demirel’e gönderdim. Uygun bulursa Devlet Tiyatrosu’na verecekti. O da okur okumaz, yönetim kurulu başkanı Prof. İrfan Şahinbaş’a gitmiş (…) Oyun orada da çok beğenilmiş ve hemen sahneye konmasına karar verilmiş. Oyunu Ahmet Evitan sahneye koymuş ve başrolünü üstlenmişti. Muammer Esi, Haldun Marlalı, Ejder Akışık ve diğer oyuncularla birlikte başarılı bir gösteri ortaya konmuştu. Oyun Küçük Tiyatro’da öylesine sevildi ki, her gece hıncahınç dolu salonda oynandı. Bazı geceler için bilet bulmak zorlaşınca, gece gişe önünde sıraya girenler oluyordu. Bunu oyunu izlemek için gittiğimde, gişenin önündeki yanmış odun küllerini görünce, ilgiliye sormuş ve bu bilgiyi edinmiştim”
“Topuzlu”nun, turnelerle birlikte ilk gösterildiği sezonda 254 kere seyirci önüne çıktığını biliyorum. Bilirim de durur muyum? Bildiğim yanımda kalsın; yıllar yıllar geçti ve bir tiyatro bayramında, 27 Mart 2009 günü, ben de Hidayet Amca’nın dünyalar güzeli oyunu “Topuzlu”yu, Bilimsel Tiyatro Atölyesi adlı küçücük okulumun sahnesinde seyirci önüne çıkardım. Bilenler bilir; 27 Mart oyunları, toplulukların en güvendiği, en iddialı oyunları olur genellikle… Başkalarını bilmem ama benim hayatım boyunca yönetirken en çok keyif aldığım oyunlardan biridir “Topuzlu”; asla unutmadım o 3 saat 10 dakikalık oyundan seyircinin aldığı keyfi. Hatta, oyundan çıkarken, seyircinin bir sonraki aynı oyuna bilet aldığını da orada görmüştüm ilk olarak.
Çok haklı Hidayet Amca;
“Hepimiz doğup büyüdüğümüz bu topraklara, içinde yaşadığımız topluma bir şeyler borçluyuz” derken! Hem de nasıl haklı:
“Arkamızda başarı öyküleri bırakmamışsak, öteye borçlu gidecek olmanın kaygısı bizi rahatsız edecektir”deyişinde! O kadar doğru geliyorki bana bu düşünceler. Öyle olmaya çabalıyorum elimden geldiğince. Kime dokunsam benzer şeyler söylüyorlar bana, yani hepimiz ‘iyi’ insanlarız özünde, hepimiz her şeyi biliyoruz aslında… Hadi o ‘iyi’ insanlardan biri bana söylesin, şu yaşadığımız hayatta neden hep nefes nefeseyiz o zaman? Hırsızın, haraminin, yalancının, fikirsizin filozof kesilip, itiyle köpeğiyle bizi korkutarak saltanat sürdüğü şu dünya mı bizim uğruna ömür verdiğimiz yer? Mesela bir depremde 85 milyon kişi aynı anda bir molozun altında sıkışıp kalır mı bu kadar iyi insanın olduğu bir yerde? Ölüm bu kadar ucuz mu? Ya da Tanrı bu kadar gaddar mı? Bu nasıl bir depremmiş böyle! Yoksa üstümüze yıkılan sadece binalar değil midir? Ben neyi anlayamıyorum? İçim neden ateş gibi?.. Aslında ben neyi anlayamadığımı çok iyi biliyorum da… birilerine anlatamıyorum galiba! Bir şey daha var:
“Hiç kimse duymak istemeyen kadar sağır olamaz” diyen adam bu halimizi görmüş de demiş o sözü sanki! Bak, o en kestirmesinden anlatmış derdini.
“
Gülmeyi unutmuşlar yüzlerine baksana! / O canım sevinç pırıltısı düşmüş gözlerinden / Paramparça tuz buz... / Bizim insanlarımız böylesine kara gülmezse / Birimizden biri suçluyuz!” (Bedri Rahmi’den)
Bir oyunumda
“hatırlamak yerine hiç unutmasaydık keşke” diye yazmıştım. Ama biz hafızası özellikle zayıflatılmış bir topluma dönüştürüldüğümüzden, - buna direnmediğimizden biraz da- unutmamayı geçtik; ‘bazen, arada bir hatırlayanları bile’ önder yapıyoruz kendimize artık. Oysa ki Hidayet Sayın orada, kocaman camlı balkon kapısından İzmir Körfezi’ne bakarak, 94 yaşında hâlâ oyun yazmaya çalışıyor. Neden sizce? İhtiyacı mı var? Türk Tiyatrosu’na Üstün Hizmet Ödülü, Muhsin Ertuğrul Emek Ödülü, hem İzmir - Konak, hem de Aydın - Efeler Belediyesi Onur Ödülleri, Türk Tabipler Birliği Yazarlık ve Hekimlik Onur Ödülü’nü sana mı verdiler, bana mı? Hayır, Hidayet Amca’ya verdiler. Senin, benim adımı tiyatro sahnesine mi verdiler? Hayır, onun adını verdiler. Peki neden o zaman?
Çünkü o hep borçlu olduğuna inandığı toplumu için çalıştı ve hiçbir şeyi unutmadı da ondan!
“
Yıl 1943… Atamızın ölüm gününde okulun önünde toplanmış, müdürümüz R. Y. Tellioğlu’nun konuşmasını bekliyorduk (…) Neyse, saat dokuzu beş geçe müdür bey geldi ve konuşmasına başladı:
- Sevgili öğrenciler! Bugün burada büyük Atatürk’ün ölümünün beşinci yılında, onu anmak için toplanmış bulunuyoruz… Onu anlatmak çok zor… Çünkü o bir Hitler’di, o bir Mussolini’ydi, o bir Stalin’di… Hayır, o bunların hiçbiri değildi. O bunların hepsiydi!”
Hiç unutmadım. Atatürk’ü saydığı kişilerle kıyaslamasının saçmalığını o gün anlayamamıştım ama, o bilince erişince, bu saçmalık hiç aklımdan çıkmadı.”
“Pembe Kadın”, “Uzak Dünyalar”, “Köklerdeki Kurtlar”, “Köşe Kapmaca”, “Yıldırım Beyazıd”, “Uzun Bir Hecedir Aşk”, “Düş Yüklü Bulutlar”, Yabancılar”, daha nice oyun üst üste repertuvarlara alınır, defalarca sahnelenir. O, alçakgönüllüğünü korumayı başarır ama, hep sakince gülümser ardından gelenlere, yüreklendirir onları... Bana yaptığı gibi!
Doludizgin bir hayattan sonra,
“Ohhh, şimdi emekli oldum, artık büyük tutkum oyun yazarlığına daha çok zaman ayırabilirim” dediği günlere ulaşır Hidayet Sayın.
2008’de, kentteki eskiden cezaevi olan bina düzenlenerek, Aydın Kültür Merkezi adı altında toplum hizmetine sunulur. Binanın içindeki salona da
Hidayet Sayın Sahnesi adı verilir. Açılışını dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay yapar. Tiyatro salonuna bu ismin verilmesi için büyük çaba harcayanlardan biri de, -Yattığı yer ışıklı olsun- sevgili deneyim önderim, sevgili dost ağabeyim Eczacı Yalçın Dinçer’di. Ahhh, Yalçın Ağabey de aynı Hidayet Amca gibi, sanki başka bir gezegeden gelmişçesine; nasıl da kibar, nasıl da soylu bir insandı… Onu tanıdığım için ne kadar şanslı olduğumu onu yitirmeden de biliyordum ama… yokluğu oturduğu yerde kaldı içimde; ağır bir taş sanki!
2000’li yıllar ne fena yıllardı, hatırlıyor musunuz?
O yılların başında, TRT’de Hidayet Amca’nın sinemaya da çekilen ünlü oyunu “Pembe Kadın” filmi yayınlanacak. Filmden önce sunucu, filmin başrol oyuncusu Ekrem Bora ile söyleşi yapıyor; ardından film başlayacak:
- İyi geceler sayın seyirciler! Bu gece sizlere Necati Cumalı’nın “Pembe Kadın” adlı filmini sunacağız. Karşımda filmin başrol oyuncusu Ekrem Bora var… Hoş geldiniz efendim…
Ekrem Bora da,
“Evet, Necati Cumalı bu oyunuyla bölgenin özelliklerini güzel ortaya koymuş” demesin mi?.. Haydaaa! İşe bak! Hidayet Sayın’ın oyununu, Necati Cumalı’nın oyunuymuş gibi konuşuyorlar.
Ertesi gün Hidayet Amca, TRT’ye bir mektup yazarak; bir sunucunun araştırma yapmadan bu tür bir yanlış yapmasının, üstüne üstlük filmin başrol oyuncusunun da buna katılmasındaki büyük hatanın bağışlanamayacağını bildirir.
Birkaç gün sonra sunucu telefonla arar Hidayet Sayın’ı. Af diler. Sonrasını Hidayet Amca’dan dinleyelim:
- Ne diyeceğimi bilemiyorum Hidayet Bey! Gerçekten büyük bir hata yaptık. Ne olur, bağışlayın!
- Size yakıştıramadığım için, gerçekten üzgünüm.
- Bana da, kuruma da, Ekrem Bey’e de yakışmadı. Benim yaptığım eşe. lik!
Kendini …lik ettim diyerek nitelemesi canımı sıkmıştı. “Yo, böyle söylemeyin! Bir daha yapılmasın, yeter!” demekle yetindim. Başka ne yapabilirdim ki?.. O güne kadar hiç kimseye aşağılayıcı bir söz söylemediğim için, bu kez ben ondan özür dileyecektim neredeyse.”
Birinci bölümün sonu
Hayrettin Filiz