‘Anne de Cahit, de de herkes duysun’ -Cahit Sıtkı’nın son günleri
“Herkes dünyaya, önüne oturduğu bir pencereden bakar. Biri şu pencereden, bir başkası öteki pencereden… Şair ise d...
Herkes dünyaya, önüne oturduğu bir pencereden bakar. Biri şu pencereden, bir başkası öteki pencereden… Şair ise dünyaya bir tek pencereden değil, damdan bakan kişidir…”
Cahit Sıtkı, 18 Ocak 1954 günü felç geçirir ve konuşma dahil bir çok yetisini kaybeder. Oysa ki hayatı boyunca aynalarla konuşan şairin sarsıntılı gemisi, sığınacak, aşk dolu, güvenli bir liman bulmuştur kendisine bir kaç yıl önce...4 Temmuz 1951 Çarşamba günü, Ankara Anadolu Kulübü’nde, “Hangi suya dalıp çıktın ki, böyle güzelsin / kulun kölen olurum kapında istersen” dediği Cavidan Tınaz Hanım’la evlenmiş ve bohem hayatına tövbe etmiştir. “Düşten güzel” günlerin başladığını sanmıştır. Oysa ki sadece 3 yıl sonra...yıkılıverir şair.
Cahit Sıtkı ile babasının arası açıktır. Çünkü, oğlunun ısrarla şair olmak isteğine karşı, Vali olmasını istemektedir baba... Bu gergin durumu dengelemek, yıllar boyunca anne Arife Hanım’a düşer genellikle. Bu yüzden Arife Hanım, Cahit Sıtkı şiirlerinde kendisini her zaman gizli bir koku gibi hissettirir. Hatta “kederin ve ölümün şairi” diye adlandırılan (-ben öyle düşünmüyorum-) Cahit Sıtkı’nın, hayata olumsuz bakmak ve hatta ondan korkmasının nedenlerinden biri olarak karşımıza çıktığına inanıyorum bu anne eksikliğinin. Kendi yazarlık tarihinden söz ettiği bir söyleşisinde der ki şair:
“... edebiyata karşı duyduğum heves Fransız mektebine kadar gider. Annemden uzakta bulunmam, mektepteki yabancı ve kasvetli hava zaten mariz olan ruhumu büsbütün karartmıştı. Anneme yazdığım uzun mektuplarda bu karanlıkları biraz da sınıfta okuduğumuz edebî parçalardan ilham alarak, parlak kelimeler, göz kamaştırıcı teşbihler ve süslü cümlelerle anlatmaya çalışıyordum."
Tarancı için annesi Arife Hanım, ‘Sığınmak istediği, güvenli bir ağaç gölgesi, yanındayken bile özlediği bir yüksek aşktır’ daha çok... O kadar güvenir ki onun sıcak iklimine, ona tatlı tatlı kızar ilk yayımlanan şiirinde... 24 Nisan 1931 tarihinde Servet-i Fünun’da yayımlanan “Anne Ne Yaptın?” şiirinde şöyle seslenir annesine;
“Anne sana kim dedi yavrunu doğurmayı? / Sanki karnında fazla yaramazlık mı ettim?
Senden istemiyordum ne tacı ne sarayı / Karnında yaşıyordum kâfiydi saadetim.
Bir kere doğurdunsa sonra niçin büyüttün? / Kundakta beşikte de bir zahmetim mi vardı?
Koynundan niçin attın yavrunu bütün bütün. / Bilmiyor muydun ki o yalnızlıktan korkardı?
Sütünden tatlı mıdır anne sanki bu hayat? / Bana sorsana anne yaşamak bir hüner mi?
El aç yalvar gündüze geceye boyun uzat / Bu uğurda bir ömür çürütmeye değer mi?
Karnında yaşıyordum kâfiydi saadetim / Anne istemiyordum ne tacı ne sarayı
Anne karnında fazla yaramazlık mı ettim? / Anne sana kim dedi yavrunu doğurmayı?”
Cahit Sıtkı yayımlanan bu ilk şiirinin, "yirmi kadar manzumesini götürdüğü ve tek bir manzumeyi seçen" Halit Fahri Ozansoy tarafından Servet-i Fünun dergisinde yayımlandığını belirtmekte ve "İmzamı gördüğüm gün yirmi dört senelik hayatımda bir eşini bir daha bilemeyeceğim bir sevinç içindeydim" der.
Cahit Sıtkı, çocukluk günlerine ya da geçmişe dönme isteğinin yanı sıra bebeklik zamanlarına da özlem duyar. Anne özlemi, yine şairin dizelerine saklanmıştır.
“Ömrüm oldukça hatırlayacağım / Uyuduğum yıldızlı geceleri / Deniz kızlarının kucağında.
Sular başladı mı sığlaşmaya bir bir sönerdi yıldızlar / Bırakırdı beni usulca beşiğime.
(...)
Neden sonra / Ben tekrar sulardayım
Annemin gözleri gibi lâcivert bir denizde / Dalgadan dalgaya atlıyorum
Güneşi kovalıyorum, güneşi kovalıyorum.
Hey gidi güneşli uykular! / Sularında boğulmadığımız deniz!” (Hey Gidi Güneşli Uykular”şiirinden)
Annesinin koynunda bir çocuğun yaşadığı dinginliği anlatan bu şiirdeki en dikkat çeken imge, “lâcivert bir deniz‟ imgesidir. Sularında insanı boğmayan tek deniz, onu dışarıdaki tüm tehlikelerden koruyan, anne şefkâtinin sonsuzluğu; “güneşli uykular‟ imgesi ise, bebeğin, korunaklı ve güvenin tartışılmadığı; endişesiz, dingin huzurunu vurguluyor olmalı?
Aynı konuyu işleyen iki şiirin yazım tarihleri arasındaki yaklaşık on yıllık bir fark vardır. Biri 1931 yılında, diğeri 1940’ta kaleme alınmıştır. Cahit Sıtkı, hayatı boyunca annesini özlemiştir. Ona ‘çalkantılı ruhunun gemisiyle yaklaşabileceği güvenli bir liman’ görevi yüklemiştir en derin duygularıyla. Ta kiiii; bu görevi yüklediği ve hayata yeniden coşkuyla sarılmasına neden olan Cavidan Tınaz Hanım’la evleninceye kadar...
Cavidan Tınaz, Cahit Sıtkı’nın çalkantılı ruhuna bir ilaçtır. Ancak o kadar yara-bere içindedir ki şairin ruhu. Sadece bu huzuru 3 yıl yaşayabilir Cahit Sıtkı. 1951’den 18 Ocak 1954’e kadar...
Cahit Sıtkı’nın 1954 yılında felç geçirip, Ankara Numune Hastanesine yatırıldığı sırada, bitişiğindeki odada da Yahya Kemal yatmaktadır. Yan odada yatan hastanın Cahit Sıtkı olduğunu öğrenen Yahya Kemal, daha sonraları, şairin ölümü üzerine “Çok yazık, Türk edebiyatı mümtaz ve gerçek bir şairini kaybetti” diye üzüntülerini dile getirecektir.
Cahit Sıtkı’nın ölümünden kısa süre önce, hastane odasındayken yanında, bir ara Diyarbakır Belediye Meclisi üyeliği de yapmış olan, “şefkatli anneciği” Arife Hanım vardır ve geçirdiği felç sebebiyle konuşamayan oğluna “anne” dedirtmeye çalışmaktadır. Zaten şairin son zamanlarında doğru dürüst söyleyebildiği iki kelime vardır: “Allah” ve “Anne”. En yakın dostu Ziya Osman Saba, onu hastanedeyken ziyaret ettiğinde gördüğü bir manzarayı “Cahit’le Günlerimiz” kitabının 35 ve 38. sayfaları arasında detayıyla anlatır.
“… bir ara, annesi onu konuşturmaya bile çalışmıştı. Şiirde Türkçeyi en iyi kullanmış şairlerden biri olan Cahit, bütün dillerin olduğu gibi, muhakkak, Türkçe’nin de en güzel kelimesini, “anne”yi öğrenmişti meğer. Bu kelimeyi, yıllardan sonra, ikinci defa öğretmek de gene bahtsız anaya kısmet olmuştu. O, şimdi, bütün analığıyla, yıllarca önceki sabır, ümit, hattâ sevinç ve gururla: “Anne de, Cahit” diyordu. Küçücük bir çocuğa, bir zamanlar kucağındaki minik Cahit’e ısrar etmiş olacağı gibi tekrarlıyordu: “Anne de Cahit, de de herkes duysun!” Mefluç (*felçli) Cahit, o ana için, tekrar konuşturulacak, tekrar yürütülecek, tekrar büyütülecek bir evlâttan başka bir şey değildi.”
Sonra ne oldu? Sonrasını çok insan biliyor ama belki dönem tanıklıkları, meraklısı için değer taşır diye, kısacık da olsa, bir kez daha anlatalım.
Baki Süha Ediboğlu, 1968 yılında, Varlık Yayınevi’nden çıkan ‘Bizim Kuşak ve Ötekiler’ adlı kitabında bakın nasıl anlatıyor o günleri...
“En son, Gülhane Hastanesi’nde ziyaretine gittim. Bir tekerlekli iskemlede, sırtında robdöşambr, konuşamaz, söyleyemez bir adamla karşılaştım. Sade, kaşı gözü, Diyarbakır çıbanı ile Cahit’ti… Başkaca bir iz yoktu. Türkçe’yi en güzel kullanan şair, “Anne, Allah” kelimelerinden başkasını söyleyemiyordu. Bir de, bazı acayip sesler çıkartıyor ve ağlıyordu. Dayanamadım, ben de ağladım. Genç ve güzel asistan kız, ikimizin ağlaştığını görünce dayanamadı, o da ağlamaya başladı. Artık Gülhane’de yatmasında bir yarar yoktu. Devletin el uzatmasıyla Viyana’ya gönderildi...”
Şair Viyana’ya gönderilecekken, şairin büyük dostu Sunullah Arısoy, tüm yazar-çizer tayfasına bunu haber vermeyi kendisine görev edinir. Bütün gazeteleri, tüm dostlarını ve fotoğraf ajanslarını arar 5 Eylül 1956 günü. “Yarın dedim, 6 Eylül’de Cahit Ağabeyi Viyana’ya yolluyoruz. Haberiniz olsun. Elbette dediler, ne demek? Orada olacağız, görevimiz...Cahit için...” Ancak 6 Eylül sabahı KLM uçağı Viyana’ya kalkarken (...) Suat Taşer, eşi Süreyya Hanım ve kızları Işık, Salim Şengil, Nezihe Meriç, Muzaffer Erdost ve bir de Sunullah Arısoy vardır havaalanında...Gerisini Sunullah Arısoy’dan dinleyelim.
“Elimizde bir çiçek, sahte dostları boşuna aradık gözlerimizle. Ailesi ve biz... Başka kimse yoktu. Hasta arabasından uçağın sedyesine elimizle yerleştirdik Cahit Ağabeyi. Yarı ağlar, yarı güler bir hâli vardı. İzin verdiler (...) uçağın içine girdik. Tek tek öptük onu. Heyecanlandı, ağlıyordu... Sonra 10.30’da... mavilikler içinde... uçtu gitti.”
Cahit Sıtkı’nın Viyana’ya gönderilmesinde dönemin iktidar partisi olan Demokrat Partide Çalışma Bakanı olan, şair Samet Ağaoğlu’nun etkisi büyüktür. Haldun Taner, 1976 yılında, Milliyet Sanat dergisine verdiği bir söyleşide Samet Ağaoğlu için şöyle der;
“Politika dağdağası içinde bile sanatçılığını, sanat adamları ile yakınlığını kaybetmeyen Ağaoğlu, talihsiz şaire elini uzattı. Onun devlet kanalıyla Viyana'ya tedaviye gönderilmesini sağladı. O yıllar Viyana'da bulunuyordum. Sefaret Başkâtibi şimdiki Pekin Büyükelçimiz Adnan Bulak'tı. Adnan Bulak'ın Cahit Sıtkı ile iki ortak yanı vardı. O da Galatasaraylıydı. O da şairdi. Bunun dışında da her Türk aydını gibi Cahit Sıtkı'nın şiirlerine hayrandı, saygısı vardı. Bu saygı, sevgi ve vefa ile Cahit Sıtkı klinikte kaldığı sürece bir kardeşi gibi onunla ilgilendi, ziyaretinde, saygısında kusur etmedi. Cahit Sıtkı başlangıçta ufak bir umut verdi ise de, orada da iyileşemedi...”
Cahit Sıtkı, bir ay kadar da, Viyana’da bir klinikte tedavi görür ancak bu sırada yakalandığı zatülcemp hastalığı yüzünden, 12 Ekim 1956 günü, memleketinden çoook uzakta bir yerde, Viyana’da hayata veda eder. Bir çoğunun yanlış bildiği gibi felçten değil, bu sırada yakalandığı zatülcemp hastalığı yüzünden ölür şair... Ölüm haberini ilk alan, o sıralar Viyana Büyükelçiliğimizde çalışan şair Adnan Bulak olur. O da, Viyana’daki öğrencilerden Çetin Özkırım’la Haldun Taner’e haber verir.
“Aman, Cahit Sıtkı öldü! ... Bana yardım edin! ... Cenazenin uçakla yurda gönderilmesi çok zor… Bir alay formaliteye bağlı… Bir adamın tek başına yapacağı iş değil…”
Sabahın çok erken saatlerinde, şairin artık bir avuç kalan ölüsünü havaalanına getirirler. Diğer yolcular görmeden uçağa yüklerler şairin tabutunu... Haldun Taner o günü, içimizi parçalayan o günü şöyle anlatacaktır yıllar sonra.
“23 Ekim 1956’da, rüzgârlı havaalanında paltolarıyla birlikte, hüzünlerine de büzülmüş sadece dört Türktük. KLM’nin kuralları gereği, cenazeyi bizim taşımamıza izin verilmediğinden, son saygı görevimiz onu uzaktan selamlamak oldu. Cenazeyi taşımanın anlamı nedir? Toprağa vermeye kıyamadığımız bir insanı son bir defa gücümüz yettiği kadar yükseğe kaldırmak. Şirketin bizden esirgediğini, KLM uçağı fazlasıyla yaptı. Uçak boz bulutların arasında gözden kayboluncaya kadar baktık. İstanbul’a kadar dört saat, altı saat, çok daha fazla, göklerde kalmasını isteyerek...”
İstanbul’a gelen tabut, 25 Ekim 1956 Perşembe günü, 15.50 Erzurum Posta trenine bağlanan bir ek vagonla Ankara’ya gönderilir. 26 Ekim 1956 Cuma günü de, öğle namazından sonra Cebeci Asrî Mezarlığı’na defnedilir. 12. ada, 138. parsel, 35-35 numaralı mezara... Ankara’daki bütün sanatçılar oradadır bu kez, ama ne fayda?
Yalnız sis ya da hayalet gibi bir dizi söz, o günden beri mezarlığı ziyaret edenlerin peşini bırakmaz... Havaya kazınmıştır sanki o dizeler.
“Orası, bağırsan bağırsan sesin çıkmaz dışarı
Orası, soluğun kocaman bir devin ağzında
Duvarlar taş, kapılar demir,
Alıştığı bir şeydi yaşamak
Kim ölümden korkuyorsa, Cahit’tir.”