// BİR ŞEYLER EKSİKTİ…
Uzatmayalım…
İzmir’de inlerin cinlerin top oynadığı bir pazar günü öğleden sonrasında, Hilton Oteli’nde “kapattığı” katında buluştuk Cem Uzan ile...
Randevu verdiği gazetecileri, stüdyoya çevrilmiş özel odasında ayrı ayrı kabul ediyordu.
Uzan’ın o yıllardaki Basın Danışmanı, bugünün Sözcü Yazarı Özlem Gürses, tüm teknolojik altyapıyı koordine ediyordu.
İletişim olanaklarımız, internet imkânımız bugünlerle kıyaslanmayacak ölçüde kötüydü. Buna karşılık hayatımızda tanık olmadığımız teknolojiler, canlı yayın araçları, ekipmanlar, matbaalar Star TV ve Star gazetesi tarafından kullanılıyordu.
Cem Uzan, o yıllarda İtalya’da Başbakan olan medya kralı Silvio Berlusconi’ye benzetiliyordu. Akıl almaz bir reklam kampanyası yapılıyor, su gibi paralar akıtılıyor, Uzan’ın “geleceğin lideri” olduğu algısı yerleştirilmeye çalışılıyordu. Bu kampanyanın perde gerisindeki akıl, ünlü reklamcı Ali Taran’dı.
Yalnız, bir şeyler eksikti Cem Uzan’da.
Siyaset deneyimi olması gerekmiyordu elbette. Ama entelektüel bir birikim, ekonomi bilgisi, yönetmeye aday olduğu ülkeyle ilgili tarihsel farkındalıklar gibi pek çok özelliği aramak da hakkımızdı.
Bunlar yoktu…
// “PARTİ KURMAYACAĞIM”
Aklıma takılan her soruyu sordum. Bana “bir siyasi parti kurma amacı olmadığını” çok açık şekilde söyledi. Ben de, -ses kaydında da olan- bu beyanını haberin başlığına taşıdım. Siyasete hazırlandığı besbelli olan bir işadamının, ters köşe açıklaması doğrusu beni de şaşırtmıştı.
Benden sonra söyleşi yaptığı gazeteci ağabeyim, o yıllarda Haber Ekspres’in Genel Yayın Yönetmeni Süleyman Gençel’e ise yüz seksen derece ters açıklamalar yapmıştı.
Süleyman ağabeyin attığı “Forza Türkiye” başlığı, İtalya Başbakanı Berlusconi’nin liberal-muhafazakâr “Forza İtalia” partisine atıfta bulunuyordu.
Patronum Çetin ağabey, iki başlığı yan yana koyup hesap sormaya başladı haklı olarak.
Durumu anlatmaya çalıştım ama çok da sinirlenmiştim.
Aynı konuda, benzer soruları soran iki gazeteciye iki farklı açıklama yapabilen, samimiyetsiz bir siyasi kişilikle karşı karşıyaydık.
// “PARTİ KURMAYACAĞIM”
Türkiye, Başbakan Yardımcısı ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin –tıpkı geçen yıl yaptığı gibi- bir anda “erken seçim” deyip, koalisyonu dağıtmasıyla, 3 Kasım’da yapılacak seçime adeta paldır küldür ilerliyordu.
Nitekim bu söyleşiden yaklaşık iki ay sonra, Ağustos ayında Genç Parti kurulmuş, 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde ise yüzde 7,25 gibi tahminlerin çok ötesinde bir oy almıştı. Kıl payı yüzde 10 barajının altında kalan MHP ve DYP Meclis dışında kalınca, AKP yüzde 34 oyuna karşılık TBMM’de yüzde 66 oranında temsil edilmeye hak kazanmıştı. Ülkede kullanılan oyların yarıya yakını, saçma sapan bir seçim barajının altında kalarak Meclis’te temsil edilememişti.
O seçime siyasi yasağı nedeniyle giremeyen Tayyip Erdoğan’ın 2003 yılı Mart ayında Başbakan olmasıyla, Uzan Grubu’na operasyon başladı. İmar Bankası’na, Adabank’a TMSF tarafından el konuldu. Türkiye’nin en yüksek faizini veren İmar Bankası’nda çift kayıt tutulduğu ortaya çıktı, yüz binlerce vatandaşın parası battı. O yıllarda İmar Bankası’nın İzmir-Hatay şubesinin hemen yanındaki 264 Sokak’ta oturuyordum. Her sabah faiz kuyruğuna giren yaşlı teyzeleri-amcaları görünce, “bu değirmenin suyu nereden geliyor” diye soruyordum kendime. Ama rezaletin bu kadarını kimse tahmin edemiyordu. Yapılan incelemede İmar Bankası’nın, varlıklarında olmayan bono ve tahvilleri vatandaşa sattığı ortaya çıktı. ÇEAŞ ve KEPEZ gibi şirketler ise Enerji Bakanlığı’nın yönetimine geçti.
// SEZER’E “FETÖCÜ” İFTİRASI
Cem Uzan’ın babası Kemal Uzan ve kardeşi Hakan Uzan, “ailece izaha muhtaç ilişkileri oldukları” Ürdün’e kaçtı. Cem Uzan da birkaç yıl sonra Paris’e yerleşti. Yaklaşık 15 yıldır yurt dışında yaşıyor.
Bu aralar sosyal medya aracılığı ile ülkeye dönüş sinyalleri veren Uzan, küllerinden yeniden doğmayı umuyor olmalı.
Genç Parti’nin “Genç” lideri, artık orta yaşa geldi, 60’ına merdiven dayadı.
Ve hâlâ ülkesinde hesap vermesi gereken insanlar olduğunu bile bile, acziyetini “laf sokma” kabilinden mesajlarla örtmeye çalışıyor. Sözgelimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin 10’uncu Cumhurbaşkanı, varlığıyla onur duyduğumuz Ahmet Necdet Sezer’i “Türkiye’nin en gizli FETÖ’cüsü” olmakla itham ediyor. Atatürkçü kişiliği, hukuk bilgisi, bizim vergilerimizle devletten maaş alan herkese örnek olması gereken tasarruf bilincini vatandaşa gösteren Ahmet Necdet Sezer “FETÖ’cü” öyle mi?
Fransa’da yaşarken ülkeye “Fransız kalan” Uzan’a, Sezer ile ilgili sadece iki örnek vereyim.
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın TRT Genel Müdürü yapmak istediği ve Sezer’in defalarca veto ettiği İbrahim Şahin’in kim olduğunu ve bugün nerede olduğunu bir araştırsın.
Keza, Fetullah’ın devlet için nasıl bir tehdit oluşturduğunu çok iyi özetleyen, sonraki yıllarda “uygulanmadığı AKP tarafından gururla anlatılan” 25 Ağustos 2004 tarihli MGK’ya kimin başkanlık ettiğine de iyi baksın.
Bu deli saçması yakıştırmalarıyla, ne yapmak istediğini, kime yaranma peşinde olduğunu, aklınca kimlere ne mesaj vermek istediğini bilmiyorum.
Merak da etmiyorum.
Ahmet Necdet Sezer gibi, Fetullah denen teröristin ne mal olduğunu yıllar yıllar önce AKP iktidarına anlatmaya çalışan bir Cumhurbaşkanını; “Fetullahçı” olmakla suçlamak…
Bu cümleler, siyaset enkazının altında 18 yıldır can çekişen ve “sesimi duyan var mı” diye bağıran birisinin gevelemelerinden gayrı bir anlam ifade etmiyor.
Bu arada küçük bir not:
Cem Uzan ile 2004 yerel seçimlerinden kısa süre önce bir özel söyleşi daha yaptık. O söyleşide sorduğum bir soruyu ve Uzan’ın verdiği cevabı virgülüne bile dokunmadan okurlarıma aktarıyorum:
- Seçimleri kaybedince Türkiye'den kaçabileceğinize dair yorum ve haberler çıkıyor. Türkiye'den kaçacak mısınız?
- UZAN: Bunlar benim için değil başkaları için geçerli olan sözlerdir. 3 Kasım seçimlerinde de aynı sözler söylenmişti. Gittiğim her yerde söylüyorum. Ben bu ülkede doğdum, bu ülkede yaşıyorum ve bu ülkede öleceğim. Genç Parti önümüzdeki seçimleri kaybetmeyecek. Bunu bu kadar emin söylüyorum. Hiçbir yere gitmek gibi bir niyetim de, derdim yok. Dünyanın hiçbir yeri Ege kadar güzel değil. Hatta ileride Ege'ye yerleşmeyi bile düşünüyorum.
Yorum sizin…
“GAZETECİLİK BİTTİ” SAÇMALIĞINI ÇÖPE ATAN İKİ MUHTEŞEM KADIN…
“Gazetecilik artık bitti. Gençler bu mesleğe heveslenmesin…”
Son yıllarda sıklıkla kulağımıza çalınan bir saçmalık bu.
Hep söyledim, hep yazdım, hep yazacağım.
Gazetelerin tirajlarına ve attıkları -kelimesi kelimesine aynı- başlıklara bakarak, mesleğin geldiği acınası durumunu yorumlamaktan, katı genellemelerden lütfen kaçının.
Gazetecilik ölmedi, asla da ölmeyecek.
İyi gazete yapan, iyi haber yazan, kamuoyunda ses getirecek işlere imza atanlar oldukça, bu meslek ölmez, öldürülemez…
Örnek mi istiyorsunuz?
Çok var…
Sadece ikisinden bahsedelim.
Mesleğimizin yüz akı iki kadın gazeteci meslektaşımız, Sözcü Gazetesi Yazarları Serpil Yılmaz ve Çiğdem Toker’i dikkatle izleyin.
Son on gündür ülke gündeminden düşmeyen “Simit Sarayı’nın Ziraat Bankası eliyle kurtarılması” rezaletini ilk ortaya çıkaran, Sözcü Yazarı Serpil Yılmaz oldu.
10 Aralık tarihinde bu konuyu köşesine taşıyan Yılmaz’ın yazdıkları, iki gün sonra 12 Aralık tarihinde Rekabet Kurumu’nun internet sitesinde yayınlandı. Ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın “içime sinmedi” açıklamasının ardından, zırvalar tevil yoluna gidildi. Ortak olma işlemi apar topar kurumun sitesinden kaldırıldı.
Yani bir gazeteci haber yaptı, tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan 500 milyon dolar, beceriksiz bir işadamını kurtarabilmek için çarçur olmadı.
Ve Çiğdem Toker…
Ekonomi gazeteciliğinin en iyi örneklerinden Toker de, bir süredir Sözcü Gazetesi’nde yazıyor.
İstanbul’da yapılan metro ihalelerindeki usulsüzlükleri, şehir hastanelerinin nasıl birer kara delik haline geldiğini, kamu ihalelerinde ortaya çıkan zararları hemen her gün köşesine taşıyor Toker…
Her iki gazeteciyi de çok büyük keyifle okuyorum.
Kaç kez “helal olsun” dediğimi hatırlamıyorum bile…
Yani değerli okurlar, “Türk basını atıldı, satıldı, gazetecilik bitti, gazeteciler mesleklerinin namusuna el sürdü” gibi genellemelere kulak kabartın, ancak güzel örnekleri de görmezden gelmeyin.
Bir şey değişir, her şey değişir.
Bir yürekli gazeteci çıkar, kimseden korkmadan yazar, tüyü bitmemiş yetimin 6 milyar TL’si kurtulur…
Mesele bu kadar basit…
BUGÜN HEPİMİZ BİRER ASTEĞMEN KUBİLAY’IZ
Mustafa Fehmi Kubilay, Menemen’de askerlik vazifesini yapan, henüz 24 yaşında pırıl pırıl bir Cumhuriyet öğretmeni idi…
Giritli bir ailenin çocuğuydu.
Zor şartlarda okumuş, meslek sahibi olmuş, “fikri hür” nesiller yetiştirmek için çırpınıyordu…
Tarih 23 Aralık 1930 Salı…
Tam 89 yıl önceydi.
O sabah Menemen'de tuhaf bir şeyler oluyordu. Sabahın erken saatlerinde dördü silahlı altı kişi, belediye meydanında tekbir getirerek gezinmeye başlıyordu. Sarıklı, cübbeli, çember sakallı bu gericiler, ‘‘Biz şeriat ordusuyuz’’ diyerek, Müftü Camii'ne girmişlerdi.
Elebaşıları Derviş Mehmet, camide namaz kılanlara kendini ‘‘Mehdi’’ olarak tanıtıyor ve dini korumaya geldiklerini söylüyor; arkalarında 70 bin kişilik Halife ordusu olduğunu, öğle saatlerine kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söylüyordu.
İlçedeki askeri birliğin komutanı Asteğmen Kubilay, bir manga askerle birlikte olay yerine gelmiş ve yobazlara teslim olmalarını söylemişti.
Uyarıya ateşle karşılık veren yobazlar önce Kubilay’ı yaralıyor, ayağa kalkıp cami avlusuna doğru kaçarken yakalayıp başına çöküyorlar ve başını gövdesinden ayırıyorlardı.
Kubilay’ın kesik başını hilafet sancağına takıp Menemen’de dolaştıran hainler, daha sonra yakalandı, yargılandı ve katliam yaptıkları yerde bedenlerini darağacında buldu.
Tüm ülkede infial yaratan bu kalkışmaya, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün verdiği ilk tepki çok anlamlıydı:
“Menemen’i haritadan silin!…”
Atatürk, en az Kubilay’ın katledilmesi kadar, Menemen halkının yobazlara karşı bir müdahalede bulunmamasına kahrolmuştu. Başbakan İsmet İnönü, Atatürk’ü güç bela ikna etmiş ve Menemen’in haritadan silinmesine engel olmuştu.
Bugün Menemen Yıldıztepe’de Asteğmen Kubilay, Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki’nin anısına dikilen, ‘‘İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz.’’ yazılı anıtın yanında törenler düzenlenecek, beylik laflar edilecek.
Ama hiçbiri Atatürk’ün Kubilay’ın katledilmesi sonrasında verdiği mesaj kadar anlamlı olmayacak:
“Büyük Ordumuzun kahraman genç subayı ve Cumhuriyetin mefkûreci muallim heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey, temiz kanı ile cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiştir.”
E-posta: serkan@ibailetisim.com