Güler KALAY/EGE TELGRAF- Prof. Dr. Feride Zeynep Güder, Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmakta. Kendisi aynı zamanda Hatay Kırıkhanlı ve Antakya üzerine epeyce çalışmış bir akademisyen. Son yaşanan deprem felaketinden sonra Feride Zeynep Güder ile bir söyleşi yapmak ve siz değerli Ege Telgraf okurlarıyla paylaşmak istedim. Feride Hocam Antakya’nın sizin için çok önemli olduğunu biliyoruz. 6 Şubat’tan sonra orada neler oldu, bir Antakyalı olarak siz neler hissettiniz? Yer ve göğün aniden birbirine girdiği toprağın adeta kızgınlıkla ve şiddetle binaları enkaza çevirdiği 6-20 Şubat depremlerinde yaşanılan travma öyle kolay kolay unutulacak gibi değil. Bu travma her yerde farklı boyutta ve derinlikte gerçekleşti. Yüzbinlerce insan, daha acılarını anlayamadan, yaslarını yaşamaya fırsat bulamadan, gözyaşları yere düşmeden adeta Walter Benjamin’in tarihin yıkık enkazlarına bakan tarih meleği Angelus Novus gibi arkasına baka baka memleketlerini geride bırakıp gitmek zorunda kaldılar. Antakya’yı karayoluyla terk etmek zorunda kalanlar, Topboğazı denen bir kavşak mekândan geçerek Türkiye’nin geri kalanına gidebilir. Kurbanların tanıklıklarındaki bu yolculuk başka bir yol hikayesi artık. Üstelik şimdiki zamana sıkışmış bellek ile geçmişin belleği tam da o kavşakta üstü üste gelir. Topboğazı’ndan geçmek boğazda düğüm bırakır ama bir yandan da kendine getirir insanı. Bak Kırıkhan sağda, oradan değil öbür sağdan gidersen Reyhanlı, biraz daha ilerlersen Halep. Ama biz önümüze batıya bakalım, İskenderun’a doğru yol almanın temposu meşgul etsin bizi. Biz çok önceden oralardan gidenler bilir, ülkeye açılmak, dışarıya çıkmak başka bir enerji verir. Geride bırakıp gidebilme cesareti ruhen yıkılmayı gerektirmez. Bizi yokuş yukarı çıkarak götüren yolda sembolik olarak geleceğe doğru kıvrılır. Demek ki gelecek yokuş çıkmayı gerektirir. Ama bir yerden sonra yokuş biter Kıcı mevkiinde yol sola doğru kıvrılır ve aşağıda solda Amik ovası, bütün haşmetiyle kendini gösterir. İşte orada duran, kalan herkesin farklı farklı anlattığı, anlattıkça da bitiremediği her kılcal damarında ayrı bir öykünün gizlendiği bir yerdir Antakya. Antakya’yı nasıl tanımlarsınız? Tenin Gözleri kitabında Pallasmaa her kentin aurasının “Duyular Mimarlığı” kapsamında ele alınması gerektiğinden bahseder. İşte o duyular herkeste farklı bilinç seviyesinde farklı qualia’ları, ham duyumlarla tecrübe edilir. Antakya’yı ve Hatay’ın diğer ilçelerini tanımlarken bu kokuların, renklerin ham duyumlarıyla bire birebir inşa edilen zengin ve özgün bir kenti tanımlamamız gerekiyor. Bazen yerel bir puhunun yanık kokusunda, bazen taze zahterin yeşilinde, bazen içi turuncu gibi koyu sarı olan kavunun serinleten kokusunda, çoğunlukla da baş biberin vazgeçilmez acısında tanımlanır bu kent. Ve her nesne kendine özel bir yer ayırır kolektif bellekte. Bu açıdan farklılığın rengârenk sembolleri ile tam anlamıyla bir açık yapıttır Antakya. Umberto Eco’nun “opera aperta” eserinde bahsettiği her “açık yapıt” gibi bu kentte tüketilmeyen bir sanat eseri gibi farklı okumalara, tanımlamalara izin verir. Üstelik bu okumalardan hiçbiri onu tüketmez. Ancak kent, günümüz Türkiyesi’ne bir türlü kendini anlatamaz. Hatay’ın özgün kimliği çoğunlukla yemeğe, gastro kent kimliğine indirgenir bazen. Bazen de “hoşgörü” kelimesiyle, farklılıkların bir üst kültür tarafından hoş görüldüğü bir anlama da gelebilecek retorikle kent anlatılır. Benzer şekilde, kentin 3 bin yıllık geçmişi, şimdiki zamanın kolektif imgelemleri kullanılarak, inanç mekânlarının sembollerine sıkıştırılır. Bu görseller, ezan, haç, hazan sesi gibi seslerle de desteklenir. Çok sesli korosu, bu çok kültürlüğün harmonisini sembolize eder. Genius Loci (yerin ruhu) kavramına göre her mekânın bir ruhu vardır. Topboğazı’nda araba ile Antakya’dan İskenderuna’a giderken her kırmızı ışık yandığında bir ürperti hissederim. Belki de kentin kendine ait özgün ruhunu veren ataların ruhu zaman geçidini aştığı yer Topboğazı’dır. Tam o kavşakta yanan kırmızı ışıkta bir 10 saniye geçmiş adeta hassas kulaklara seslenir. Her kulak duyar mı o sesi? İşte burası gibi bir sürü heterotopyaya sahip Antakya ve Hatay’ın her bir yanı onu aktarabilecek farklı bir bakış ve okuma yöntemi gerektiriyor. Popüler kültürdeki anlatılanlara bakarsak, mekânın ve geçmişin sürekli kutsandığını görüyoruz. Ama aşırı işlenmiş bu konular içinde kentin ruhunun sesini iyi dinlemek ve artık başka bir anlatı ve aktarım dili geliştirmek gerekiyor.

KENT BELLEĞİ

Antakya’nın ruhundan bahsettiniz. Hocam ve bunun ülkemizde yeterince anlaşılamadığından. Antakya ruhu nedir, sanırım sizin bununla ilgili literatüre kattığınız bir kavram da var. Bunları açabilir misiniz? Az önce bahsettiğim Topboğazı bir anlamda Hatay kent belleğinin uzama dönüşmüş halinin hem güzergâhını hem de yönünü gösterir. Antakya tam ortadadır. Sınırdır. Sınırda olmayan diğer kentlerde marjinalleştirilerek öteki konumunda tanımlanan ötekinin “öteki” olmadığı kenttir. Peki, farklı kültürlerin sıra dışı olmaması ve bu şekilde algılanmaması ne demektir. Bütün bunları aktarabilme yöntemi için “Antakya Okuryazarlığı” adını verdiğim kavramsal yaklaşım ile bir metodolojik çerçeve oluşturmaya çalışıyorum. Komşum benden farklıdır ama düşmanım değildir. Yanımdakidir ama farklıdır. Bu üretilmiş bir farklılık değil. Özde bir farklılıktır. Organik bir gelişmedir. Ve birlikte yaşama kültürünü geleneğini okumak için kent dışındakilere burayı turistik bakış açısından ve diğer klişe anlatılardan sıyrılarak sakince ve derin derin anlatacak bir Antakya okuryazarlığı gerekmekte. “Antakya Okuryazarlığı” derken anlatmak istediğim şey, kültürel olgunluğa erişmiş bu toplumu anlamaya çalışırken karşılaşılan yöntemsel ve kavramsal zorlukları aşmaya yönelik bir düşünsel çaba. Göstergeleri mikro ölçekte yavaş gazetecilik denilen bir yöntemle araştırmak belki de.

YAŞAM PRATİKLERİ

Gündelik yaşam pratiklerinde kendiliğinden akıp giden kültürlerarası iletişim, Antakya ve ilçelerinin sosyolojik arka planını oluşturuyor. Richard Senneth farklılıkların birbirini tolere ettiği açık kent kavramını teknik ifadelerle açıklayıp çağdaş örneklerini verirken acaba Antakya’ya ne derdi? Komşu yanı başımızda ama bizim evin ötesinde. Yanı başımızda ki komşunun farklı din ve etnik kökeni kimseyi ilgilendirmez. Antakya sosyal potasında melez bir sistemde herkese kendisi olarak kalma hakkı verilir. Sabah, öğle ve akşamın döngüsü akarken bu kültürel iklim sanki hiç bitmeyecek gibi sürüp gider. Ta ki deprem gibi bir afet ya da dışardan bir müdahale gelene kadar. Depremde bir avuç kalmış yaşlı cemaat liderlerinin öldüğü haberini de aldık. Sonrası ne olacak peki? Benjamin’in dediği gibi modern dünyada her şey bir aktarım krizine dönüşmüş durumda. Aktarılan deneyim ile yaşanmış deneyim arasındaki ayrım bu krizi iyice artırır. Kuşaklar boyu aktarılan travmalar, kolektif belleğe kendini şimdiki zamanın umursamazlığıyla kaydederken buna bir de deprem travması eklendi. Ve olan sadece insanlara olmuyor, ortak kültüre de oluyor. İşte bu noktada en basit tanımıyla, Antakya okuryazarlığı bu aktarma krizine odaklanmak ve problemleri aşarak doğru okuma teknikleri geliştirmek demektir. Sonuçta, “Hafıza ve unutma” arasında gidip gelen sarkaçta Antakya’yı bütün yönleriyle anlatma ve doğru aktarma görevi artık her Antakyalı’nın boynunun borcu haline gelir.  
Editör: TE Bilisim