Pazartesi yazıma İstanbul medyasının İzmir’e bakışını anlatarak girecektim. Ama öyle ya da böyle ortalığa “100. Yıl” söylemleri saçılmışken ben de takvime baktım, tarih 29 Ağustos!
Ne olmuş ki? 30 Ağustos’tan bir gün önce, o mu yani?
Hayır.
Biz 30 Ağustos, 9 Eylül diyoruz ya? İşte o günler öyle “kutladığımız kadar kolay” olmadı. 1922’nin zafer sonucuna açılan yolu “döşeyenler” vardı. Bir kısmı, “kurtuluştan” sonra mütevazı şekilde hayatına döndü, bazıları İtalyan dostluklarıyla iş dünyasına atıldı, bazıları da zaman içinde unutularak öldü gitti.
Ama “biri” vardı… Ölümüne dek “görevini” bırakmadı, zengin olmadı, vekil veya siyasetçi de olmadı, emekli olup “hikayeler de” yazmadı… O başı dik, alnı açık, vicdanı sağlam, Allah’tan başka korkusu olmayan, kimsenin önünde eğilmeyen İzmir Müftüsü Rahmetullah Çelebi’ydi.
İzmir ve İzmirli Müslümanları, işgal döneminde emperyalist çetelerin her türlü şerrinden korumak için gece gündüz mücadele ederek, gerektiğinde emperyalist uşaklarının karşısına dikilip haykırarak, Türk düşmanlığı tescilli Rum Metropoliti Hırisostomos’un dahi hürmetini kazanmıştı. Mevlevilerden Rufailere, Bektaşilerden başkalarına İzmir’de hâkim tüm tasavvuf alemin de saygı duyduğu, yüreği insan sevgisiyle dolu bir müftüydü.
Osmanlı’nın İzmir’deki “son”, Cumhuriyetin ise “ilk” müftüsüydü.
1919 yılında tekrar İzmir Müftülüğü görevine döndüğünde, 30 Mart 1919 tarihli Hukuk-u Beşer Gazetesi’nde “Rahmetullah Efendi vilayetimiz müftülüğüne tayin olunmuştur. Esbak Vali Rahmi Bey'in keyfî muamelesinden dolayı mukaddema azledilen Müftü Rahmetullah Efendi vilayetimiz müftülüğüne tayin olunmuştur” diye haber olmuştur ki, bu gazetenin “Hasan Tahsin Recep” Bey’in gazetesi olduğunu hatırlatmak isterim.
Hemen bir not düşmeliyim ki, “Vali Rahmi Bey’i” de tıpkı “Sakallı Nurettin” gibi yeniden masaya yatırmamız gerekiyor!
Rahmetullah Çelebi, Mustafa Kemal’in Latife Hanım’la kısa evliliğinin de nikahını kıymıştı.
29 Ağustos 1944’teki ölümüne kadar da görevini aksatmadan yerine getirdi.
Rahmetullah Çelebi’nin “özellikle” hatırlanmak istenmediğine inanırım yıllardır. Bir Rahmetullah Çelebi bir de Şehit Miralay Süleyman Fethi Bey. İkisi de son 10 yıllarda dillere ya gelir ya gelmez. Şehit Miralay’ın aziz cenazesinin başına gelenler bile, ne kadar “samimiyetsiz” olunduğunun göstergesidir. Düşünsenize 15 Mayıs 1919 gününün aziz şehidinin kemikleri bir yerde, dişleri bir yerde, kabri sonunda olması gereken yere Emir Sultan Haziresi’ne gitti ama bu kez de Emir Sultan yanlış ellerde!
Rahmetullah Çelebi’nin de Şehit Miralay Fethi Bey’in de neden “unutturulduğunu” çok iyi biliyorum ama, bugünün yazı konusu o değil. Zaten daha çok yazılacak da “örtülmüş” ve “unutturulmuş” konu yok mu? 9 Eylül’ün İzmir’deki ilk mukaddes şehitleri bile unutulmadı mı?
14 Mayıs 1919 günü mesela…
İzmir’de artık işgalin olacağının duyurulduğu ve herkesin teslim olması, işgalciye biat etmesi gerektiğinin “devlet-i âli” tarafından da istenildiği gün. Ancak hala işgalin olmayacağını, bunun yalan dolan olduğunu söyleyenler de var.
İzmir’in “devlet başı” Valisi artık “gerçeği” açıklayacaktır 14 Mayıs’ta:
“Vali İzzet Bey de şehrin ileri gelenlerini bir toplantıya çağırarak vaziyeti kendilerine bildirdi. Bu toplantıda bulunan İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi, direnilmemesini isteyen Vali'ye, bembeyaz sakalını işaret ederek, “Vali Bey, bu kanımla kırmızıya boyanabilir. Fakat alnımda Yunan alçağını sükûnet ve tevekkülle karşılamış olmanın karası olduğu halde huzur-u İlahiye çıkamam” diye bağırarak toplantıyı terk etti. Bu olaydan kısa bir süre sonra da müftünün emriyle müezzinler minareden selâ vermek suretiyle halkı durumdan haberdar ettiler.”
İşte yeterince tanımadığımız kahramanımız budur: İzmir’in Müftüsü Rahmetullah Çelebi Efendi.
Hatta araştırmacı Yaşar Ürük’ün yazdığı bir olay, Müftü Efendi’nin onurlu ciddiyetini ve inancını kanıtlar. “Basmane’deki Çorakkapı Camii, işgal döneminde bir bölük Yunan askeri, trenle Kasaba istikametine gönderilmek üzere gara getirilir. Tam bu sırada caminin müezzini vakti geldiği için minareye çıkar ve öğle namazını okumaya başlar. Bu mübarek ezan sesine sinirlenen askerler camiyi yaylım ateşine tutarlar. Caminin ve minaresinin her tarafı delik deşik olur. Aynı gün, dönemin İzmir Müftüsü, Rahmetullah Efendi, soluğu İşgal Umumi Valisi Stergiades'in makamında alır ve durumu anlatarak olayı protesto eder. Stergiades'in olaydan haberi yoktur ve gerçekten de askerlerin yaptığına canı sıkılır ve Rahmetullah Efendi ile aralarında şu konuşma geçer:
- Üzgünüm Hoca Efendi. Bundan mütevellit ibadethanenizin zararı ne ise derhal takdim edelim. -Muhterem Vali, bugüne kadar herhangi bir Müslümanın sizin kiliselerinizden birine el uzattığını hiç görüp duydunuz mu? Tazminat teklifiniz için teşekkür ederim. Gerçi işgaliniz altındayız ama bir camiyi onarmak için sizden para alacak kadar da düşmedik. Gene de sağ olunuz. Rahmetullah Efendi’nin girişimi ile cemaat camiyi onarır. Ön cephedeki mermi izleri bulunan sıva indirilerek, duvar yenisi ile sıvanır.”
Cami minaresindeki kurşun deliklerinin bugün bile görülebildiğini de yazmış olayım.
İzmir’in “kalpaklı müftüsü” öyle Sporting Clubler’de, Kramer Palas’larda falan “kuvvacılık” taslamazdı. O hep itilen, kakılan, cefa çeken İzmir’in “arka sıralarının” hamisiydi. İstiklalden sonra “zengin olanlardan” olmadı!
Rahmetullah Efendi 1944’te vefat eder, bugün Kokluca Kabristanı’nda yatıyor eşi İkbal hanımla. Ama biliyor musunuz? İzmir’in bu “kalpaklı müftüsü” öldükten sonra hem de tüm İzmir’de hızla unutulmuş, unutturulmuş. Kabri zaman içinde öyle bir hale gelmişti ki, ben ilk gördüğümde kendimi tutamamış çok üzülmüştüm. O zaman Başkan Aziz Kocaoğlu’na durumu aktarmıştım. Derhal emir verdi ve kabir pırıl pırıl hale getirildi. 2017’den beri her 29 Ağustos’ta bir şekilde giderim kabrine. Ona ve şahsında 15 Mayıs ve tüm İstiklal Şehitleri’ne minnetimi beyanla Fatiha’mı okurum.
Bugün de gitmeye çalışacağım. Artık “yapayalnız” olduğumdan bu sıcakta çok zor benim için. Bakalım artık…
Üstelik bugün benim babamın da ölüm günü… 2002’de ilk köşe yazım Haber Ekspres’te yayımlandığında, babamın konuşma yeteneği kaybolmuştu. Yazımı okudu ve kalktı bana “kalemini” hediye etmişti…
Minnet duymamız gereken o kadar çok insan yatıyor ki kabirlerimizde, bari arada kabirlere gidip “ders” alsak “hayata dair” … O da olmaz değil mi?
AKYARLI HOCAM DA “GİTTİ”!
Tek tek ve hızla gidiyor “iyi insanlar”. Haberi aldığımda dondum kaldım. En son İZELMAN’da sohbet etmiştik Adnan Akyarlı hocamla. O yüzünden hiç eksik etmediği tebessümüyle, ben ne zaman sinirlensem “değmez kendine kötülük yapıyorsun” derdi. Her konuda bilgisi vardı, ama onun kadar dinlemesini bilen ve karşısındakinin gözlerine bakarak saygıyla dinleyen az insan tanıdım. Ben Apikam’daydım, İZELMAN yayınları konusunda, “kitap cafeler” konusunda hep destek aldım, tavsiye aldım. Ben Apikam’dan ayrılmak zorunda kaldığımda ilk arayan oydu, ilk dinleyen, ilk nasihat eden oydu. Ben okurumu, izleyicimi, rehberimi yitirdim. Gerçek şudur ki Akyarlı hocanın yeri falan dolmaz… Hele bu çağda asla dolmaz. Allah ailesine sabır versin. Hepimizin başı sağ olsun.